Kendi kusurlarını affetmeyen adamın bütün kusurları affedilebilir.
Ara

Psikanalizin Bilgi Nesnesi / Psikolojik Sorunlar

Psikanalizin Bilgi Nesnesi

Bir Öğreti Olarak Psikanaliz
Psikanaliz büyük öğretilerin doğduğu dönemin ürünüdür. Darwin'in kuramı, Marksizm, Durkheim ve Weber'in sosyolojileri, Heidegger'in felsefesi gibi, psikanaliz de insanın kendini anlama ve açıklama uğraşındaki bütüncül hedeflere sahip öğretilerden biridir. Bilimsel bilginin insanlığın sırlarını arka arkaya çözdüğü (veya çözdüğünün düşünüldüğü) bu çağ, Fransız Devrimi'nin ilkelerinin daha çok milliyetçi esaslarla üniter devletler şemsiyesi altında uygulamaya konulduğu, teknolojik yeniliklerin insanın günlük yaşamındaki kolaylıklara dönüştüğü, ışıklı ve kalabalık şehirlerin inşa edildiği (ve nüfusun büyük bir kısmının şehir sakinleri haline geldiği), iletişim ve ulaşım kolaylıkları ile dünyanın küçülmeye başladığı bir zaman dilimidir.
Rönesans ile başlayan 'insanı varoluşun merkezine yerleştiren' ve dini öğretileri ikinci plana atan hümanistik yaklaşım, insanın göçebe ve tarım toplumlarındaki özelliklerinden kopuşunu dramatik bir şekilde ortaya koyan modernizm ve bilimsel yaklaşımların arka planını oluşturan mantıksal pozitivizm, psikanalizin döl yatağındaki dokunun nitelikleridir.
Psikanaliz modern şehirli yaşamın içinden doğmuştur. O şehirli yaşamın en temel niteliklerinden biri doğadan kopuşudur. Göçebe ve tarım toplumlarında varolan ilişki kipleri, üretim ve tüketim ilişkileri, insanın temel gereksinimlerine yaklaşım yolları şehirli yaşamda farklılaşmıştır.
Psikanalitik bilginin nesnesi olan şehirli insan, içgüdüleri ile dış gerçeklik arasında 'arzu-yasak' karşıtlığının merkezindedir. Şehir yaşamı paradoksal bir şekilde bu karşıtlığı kışkırtır. Bu çağın şehir insanı, önceki dönemlere göre çok daha ağır sosyal, kültürel ve ahlaki baskılar altında iken, içgüdüleri de sürekli uyarılmaktadır. Bu bir çeşit ikiyüzlülüktür. Burjuvazi cinsellik konusunda yargılayıcı ve baskıcı bir ahlakı benimserken, içine yerleştiği şehir yaşantısı cinselliği bir meta haline getirmiş ve sürekli onun içgüdülerini gıdıklamıştır. Saldırganlıkta da durum benzerdir. Şehir kültürü ve onun arka planındaki insancıl değerler, saldırganlığı gözden uzak tutmaktan daha fazlasını yapmamıştır. 'Göz görmeyince gönül katlanır' misali, en büyük savaşların, en büyük kıyımların, en büyük ayrımcılık ve soykırımların olduğu bu devirde, şehirli yaşam 'kan görmeye katlanamaz'. Mezbahalar, akıl hastaneleri, hapishaneler ve savaş alanları şehrin çiçekli meydanlarından uzaklardadır. Ne var ki, insanın iç dünyasında bu içgüdülerden kaçabileceği fazla bir yer yoktur.
Şehire göçle birlikte, erkeğin (sonra da kadının) mavi veya beyaz yakalı olarak endüstriyel toplumun ve/veya büyük devlet aygıtının bir çalışanı olmasıyla paralel olarak, yaygın aile de yerini çekirdek aileye bırakmıştır. Anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile şehir yaşantısında müstakil evlerden ziyade 'standart birimleşmiş' apartman dairelerinde yaşamlarını sürdürmeye başlamışlardır. Çekirdek aile fiziksel yaşam ortamının darlaşmasına simetrik olarak, psikolojik yaşam alanının da darlaşmasıyla 'arzu-yasak' karşıtlığını uyaran ensestüöz bir sıkışma yaşamaktadır. Kamusal alandaki inanlar uzak ve anonimdir. Üst katta kimin yaşadığı bilinmez. Şehir insanının yalnızlığı ve ailenin az sayıdaki insanının çok önemli hale gelmesi, o dar ortamdaki cinsel ve saldırgan dinamikleri şiddetlendirmiş, çatışmaları yaman hale getirmiştir.
Bu dinamikler Sigmund Freud'un karşısına konversif histerik silüetler olarak çıkar. Freud'un temel amacı, insanın yaşadığı bu çatışmayı ona yeni bir bilinçlenme düzleminde göstererek iç dünyasındaki katmanların arasındaki dolaylı ve sapmış iletişimi dolayımsız kılmaktır.
Bir Süreç Olarak Psikanaliz
19. yüzyılın sonu ve 20.yüzyıl başlangıcının hareketli, bunalımlı ve üretken günlerinde ortaya çıkan ve insanlığın düşünce ikliminde büyük heyecanlar yaratan psikanaliz, yaratıcısı Sigmund Freud'un dediği gibi, insanın kendini o güne kadar gördüğü şekil ve içeriklerde büyük değişiklikler yaratmıştır. Bu değişikliklerin getirdiği kaygı ve direnç de kaçınılmazdır.
Freud'a (1917) göre, insan başlangıçta dünyanın evrenin merkezinde oturduğuna inanmıştır, ancak sonra astronomik bulgularla -ne kadar dirense de- kabul etmek zorunda kalmıştır ki, dünya evrenin ne merkezindedir, ne de en önemli gezegenidir. Bu kozmolojik bir darbedir.
İkinci darbe biyolojinin alanında ortaya çıkar. Darwin'in çalışmaları ile insan hayvanlar dünyasından farklı bir varlık olduğu iddiasından da vazgeçmek zorunda kalır. Tabi ki bu değişiklik te dirençsiz ve hiddetsiz olmaz.
Üçüncü darbe psikolojik olandır ve en acı vericisidir. Psikanaliz insana göstermiştir ki, ego kendinden ne kadar emin olsa ve her şeyin elinin altında, kendi kontrolu altında olduğunu düşünse de, kendi evinin sahibi değildir. Bilinçdışı onun gücüne en büyük rakiptir ve çoğunlukla süreçleri o yönlendirmektedir. Freud'a göre ego'nun psikanalize direnci, bu gerçeğin kabulünü istememektir.
Psikanalize göre, bebeğin yaşamın başlangıcındaki tümgüçlü ve sınırsız (aynı zamanda belirsiz ve dağınık) yaşantısı, varoluşun çeşitli hakikatleri, sınırları, engellemeleri, hüsranları ile karşılaştıkça dönüşümler yaşar. Bu dönüşümler insanı haz ilkesi güdümünde yaşamaktan gerçeklik ilkesine, birincil sürecin tek gerçek olduğu durumdan, ikincil sürecin de onunla birlikte varolduğu duruma taşır. İnsanın psikolojik yapısının inşası ve kişilik örgütlenmesi gibi hem onun biricikliğini, hem de diğer insanlarla bir ortak payda da buluşmasını sağlayan olgular bu dönüşümlerdir. Bu dönüşümlerin en genel anlamda tanımlamasına 'insanlaşma serüveni' diyebiliriz. Bu dönüşümler acısız gerçekleşmez. İnsanlaşma serüveninin adımlarında pişmanlıklar, yaslar olduğu kadar , hiddetler, isyanlar ve inkarlar da vardır. İnkar ve hiddet insanı belli adımlarda sabit kılabilir. Kişi o adımlarda takılı kalabilir.
Money-Kyrle (1971) bireyin psişik gelişiminde hesaplaşması gereken üç olgu olduğunu söyler. Şüphesiz ki, gelişimde içinden geçilecek olgular bu sayıyla sınırlı değildir. Ancak bu üçünün özel bir önemi olduğu, psikanalizle ilgilenen ve derinlemesine psikanalitik çalışma yapmış kişiler tarafından kabul edilecektir. Birincisi, bebeğin kendi varlığından ayrı bir memeye tahammül edebilmesidir. Açlığının, aşkının, saldırganlığının, hasetinin nesnesi olan o memeyi bütünü ile kontrol etmek, kendine katmak, tahrip etmekten vazgeçip (ki şüphesiz tüm bunları yapacak, ancak sonra pişmanlık ve suçluluk geliştirecektir), onunla iki ayrı varlık olarak -ve ne yok olarak, ne de yok ederek- yaşayabilmek başarıyla atılması gereken ilk adımdır. Bu öteki'nin ötekiliğine tahammül edebilme kapasitesidir.
İkinci adım cinsiyeti tanımak ve kabul etmektir. İlk adımda tümgüçlü bir durumdan 'ben ve öteki (meme)' olarak bölünmüş bir dünyaya düşen çocuk, ikinci adımda bir başka bölünmüşlüğü daha kabul etme noktasındadır. O iki cinsiyetten birine aittir. Tabi ki, ilk adımda olduğu gibi, burada da inkar etmek, isyan etmek; bölünmenin nesnesine (burada diğer cinsiyete) haset duymak ta ihtimal dahilidir.
Üçüncü adım varoluşta bir başka 'daralma'yı işaret eder. Bu da kuşak, zaman ve ölümlülük ile ilgilidir. Kişi bir önceki kuşağın (anne-babanın) kendini yarattığını, zamana ve ölümlülüğe tabi olduğunu kabul etmek durumundadır. Çocuklar için duyulması en tatsız şeylerden biri 'Sen daha küçüksün. Büyüyünce yaparsın'dır. Büyükler için de en tatsız sözlerden biri 'Sen kendini genç mi sanıyorsun ?'dur. Herhalde genç, yaşlı herkes için ise, 'Öleceksin' cümlesinden tatsızını bulmak zordur. Bu adımı kabul etmek sanıldığı kadar kolay değildir ve yaşam boyu devam eden bir çekişmeye ve acıya sahne olabilir.
Psikanalize göre, insanlaşma serüveninin değişik noktalarında takılıp, oralarda değişik savunmacı düzeneklerle -astarı yüzünden pahalıya gelse de- tutunmaya çalışan kişi, bu takılmanın yarattığı sonuçlardan acılar çeker, ancak bunun bilincinde değildir. Psikanalitik süreç yukarıdaki olgularla hesaplaşma sahnesinin kurulduğu bir platform yaratır. Kişi kendi inkar ve isyanlarıyla yüzleşmeye girer ve kendi yazgısını kabul etmeye başlar. Bu onun özneliğini (insaniliğini) kurma ve/veya onarma yoludur.

Psikanalizin Kuramsal Çatısı
Psikanaliz insan varlığının özü olan 'psişe'yi bir dinamik örgütlenme olarak değerlendirir. Bu dinamik örgütlenme psişenin içinde varolan değişik kuvvetlerin birbirleriyle girdikleri etkileşimin düzenidir. 'Örgütlenme', 'sistem' ve 'düzen' gibi kelimelerin gerisinde duran, psişenin varoluşundaki bireye özgü 'bütünlük', ' süreklilik', 'ayrıcalık' ve ' biriciklik' özellikleri ile düşünülmesi gereken 'kişilik' kavramıdır. 'Psikanaliz' klinik uygulamasında sine qua non 'kişilik' kuramına dayanır. Kişilik olgusu dinamik olarak üç temele oturur: Yapı, Gelişim ve Güdülenme (Greenberg ve Mitchell, 1983). Psikanalizin beş temel önermesi olan, Yapısal, Genetik, Topografik, Dinamik ve Ekonomik kuramları incelediğimizde, bunların ikisinin ağırlıklı olarak Güdülenme'ye (Dinamik ve Ekonomik), ikisinin Yapı'ya (Topografik ve Yapısal) ve birinin Gelişim'e (Genetik) dair olduğunu görüyoruz. Şüphesiz Yapı, Gelişim ve Güdülenme ortak bir sistem özelliğinin iç-içe geçmiş kavramlarıdırlar, ve bu yüzden, kendi aralarında tanımların sınırlarının bulanıklaştığı ve örtüşmelerin ortaya çıktığı görülebilir.
'Yapı' kişilik olgusunun iç-dinamiklerini açıklamak için geliştirilmiş bir soyutlama modelidir. Bu model, yapı kelimesinin çağrışımlarının doğruladığı gibi, 'kat' ve 'katman' analojilerini barındırır. Freud zihnin yapısını önce Topografik kuramla, daha sonra ise katların ve katmanların bir arada anlatıldığı Yapısal kuramla açıklamaya çalışmıştır. Yapı kavramı Freud'dan sonra en sık eleştirilmiş ve revizyonu önerilmiş unsurlardan biridir. Yeni ekoller, içsel ve solipsistik olandan, daha sosyal ve dış-dünyayla etkileşimsel olan bakışa kaydıkça, 'temsil' (representation) kavramı önem kazanmıştır (Pine, 1990). Temsiller, Yapısal Kuramdaki katmanların içini dolduran katkı malzemesi olarak görüldüğü gibi (Kernberg, 1976; 1980); Yapısal Kuramın klasik unsurlarından bağımsız olarak ta ele alınmışlardır. Özellikle Kohut'un psikanaliz kuramında yarattığı etki, 'kendilik' (self) kavramının, Freud'un Üçlü yapısının (Id, Ego ve Süperego) yerini gitgide almasıdır (Stolorow, Atwood ve Brandchaft, 1994).
'Gelişim' kişiliğin oluşum sürecinin kronolojik seyir-defteridir. İç-dünyanın, dış-dünyayla içgüdüler aracılığı ile girdiği etkileşim, gelişimsel / biyolojik ve kültürel / törensel takvime dayalıdır. Takvim biyolojik ve kültürel özellikleriyle, psişenin sınavlarını belirler. Erik Erikson'un gelişimsel devrelerin yarattığı kriz ve sınavları tüm yaşam boyuna yayan kuramı, Freud'un klasik gelişim teorisinin özüne saldırmamasına karşın, alternatif bir görüşün varlığını bu derece etkileyici sunduğu için dikkat çekici olmuştur. Melanie Klein, Ediş Jacobson ve Margaret Mahler'in Freud'un Genetik kuramına temelde bir eleştiri getirmeden, katkı sağlayarak yorumlamaları, zaman içinde önemli dönüşümlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Kademe kademe, ağırlıklı olarak içgüdülerin ve biyolojik takvimin belirlediği bir tarihten, sosyal etkileşim ve ilişkilerin içgüdüler kadar etkili olduğu bir zaman perspektifine geçilmiştir. Bu değişiklikte son yılların 'yenidoğan' (infant) araştırmalarının büyük etkisi olmuştur. Bu araştırmalar aracılığıyla, teoriler 'kurgulanan çocuk akıl-yürütmeleri' yerine, 'gözlenen çocuk ampirik bilgisini kullanma'ya başlamışlardır (Stern, 1985; 1995).
Üçüncü temel olan 'güdülenme', kişilik aygıtının enerjisini açıklamaya çalışır. Kişiliği harekete geçiren nedir ve bu hareket-sistemi nasıl çalışır ? Anayol Psikanaliz olarak adlandırılan (Kernberg, 1997) klasik geleneği kuramda ve uygulamada sürdüren ekoller açısından bu iki güdülenmenin vazgeçilmez rolleri olsa da, Kohut'tan etkilenen çağdaş psikanaliz ekollerinde bu iki güdülenme artık yalnız değillerdir hatta ikinci plana çekilmişlerdir. Özellikle cinsel güdülenme tek başına bir amaç olmaktan ziyade, ilişkisel güdülenmede bir araç olarak görülmeye başlamıştır (Greenberg ve Mitchell, 1983). Saldırganlık ise her türlü şartta ortaya çıkabilen ve doyurulması gereken bir dürtü olarak değil, tehlike ve hayal kırıklığına psişenin verdiği yanıt olarak değerlendirilmiştir (Ardalı ve Erten, 1996). Bu 'saldırganlık' potansiyeli, çevresel şartların optimal olduğu durumlarda, tehlike, taciz, işgal ve hayal kırıklığının sürekli ve yoğun olduğu bağlamlarda görüldüğü gibi homisidal ve kannibalist fantezilere dönüşmez ve gizil olarak kalır. Freud'a getirilen en temel eleştirilerden biri, patolojik süreçlerin incelemesinden yola çıkarak, bir insan psikolojisi modeli geliştirmesidir. Cinselliğin ve saldırganlığın bu derece yoğun güdüleyici olduğu durumlar, çeşitli dağılma, çözülme ve boşluk yaşantılarına karşı savunmacı dönüşümler olarak görülmüşlerdir (Stolorow ve Lachmann, 1980). Klasik kurama getirilen eleştiri, cinsel tacize uğramış, erken uyarılmış / baştan çıkartılmış veya hayatta kalmak için saldırganlığı kullanmak zorunda kalmış hasta popülasyonunun verilerine dayanarak 'güdülenme'nin anlaşılamayacağı doğrultusundadır.
Bu iki güdüleyicinin yanında özellikle yüzyılın son çeyreğinde üzerinde yoğun kuramsal çalışma yapılan narsistik güdülenmelerden de söz etmek gerekir. Özellikle, içgüdü ve dürtü gibi güdülenme birimlerinin yanında, 'duygulanım' (affect) olgusuna verilen önem, duygulanımların incelenmesinin narsistik güdülenmenin açıklanması ve anlaşılmasında sağladığı katkıdan kaynaklanmaktadır (Kernberg, 1992; Naşanson, 1992).
Bu üç düşünsel temelin (yapı, gelişim, güdülenme) kuramın içindeki tarihsel gelişimleri, bu temellerin varlıklarının yanlışlanması noktasına varmamıştır. Psikanalizin evrimleşme sürecindeki temel özellik budur. Kuramın kendine eleştiri getirebilme kabiliyeti, gelişim, esneklik ve sağlamlık doğurmaktadır. Klasik olanın eleştiriye tahammülü olgunlaşmanın göstergesidir. Bugün herhangi bir psikanalitik kuram ortaya atmak için bu üç temele oturan bir kişilik teorisi geliştirmek esastır. Kuramı geliştiren kuramcı, önerdiği kişilik kuramında, gelişim, güdülenme ve yapı konusunda birbirleriyle çelişmeyen ve bir arada hem işlevsellik, hem de mantıksal geçerlilik sergileyen bir model kurmalıdır. Her psikanalitik kişilik kuramı sonuç olarak üç ana argümana dayalı bir mantık dizgesidir. Bu mantık dizgesi her mantık modelinde olduğu gibi iki ana değerlendirmeye tabi tutulabilir: Birincisi, argümanlardaki her satırın 'ampirik bilgi doğruluğunun sınanması'dır; diğeri ise, her bir argümanın 'mantıksal geçerlilik' açısından ele alınmasıdır.. Bir mantık dizgesi 'ampirik bilgi doğrusu olmadığı' halde, 'mantıksal geçerliliğe' sahip olabilir. Freud'un kurduğu kişilik modelinin başarılı bir kuram olarak varlığını sürdürmesindeki ana nedenlerden biri, bu modelin -bazı kısmi çelişkilere karşın- 'mantıksal geçerliliği'dir. Ancak yüz senelik deneyim, Freud'un önermelerinin ampirik bilgi doğruluğu konusunda soru işaretleri yaratmıştır. Bu şüphe ve sorgulama, mantık modelinde yeni önermeler doğurmuştur. Yukarıda özetlenmeye çalışılan kişilik kuramındaki evrimleşme süreci, gözlem, deneyim, araştırma yoluyla elde edilen bu yeni bilgilerin, eski mantık dizgesine yerleştirilerek ele alınmasıdır. Ancak bu gelişime itirazlar da vardır. Anayol psikanalizi (klasik psikanalizi) savunan analistlerin çoğunun savunduğu nokta, önermelerdeki içerik değişiminin, mantık dizgesinin geçerliliğine zarar verdiğidir (Hanly,1994).
Psikanalizin Dört Ekolü
Bugün Psikanalizin dört ana ekolden oluştuğu görüşü yaygın bir şekilde kabul görmektedir. Bu dört ekolün tanımları, sınırları, işlevleri üzerine bütünsel ve karşılaştırmalı bir kaynak olarak Fred Pine'ın eseri 'Dürtü, Ego, Nesne, Kendilik' (1990) özel bir yere sahiptir. Pine'a göre, Dürtü, Ego, Nesne ve Kendilik olguları dört ayrı modelin temsilcisidirler. Modeller, hem bizim neyi veri olarak değerlendireceğimizi, hem de bu veriyi nasıl düzenleyeceğimizi ve anlayacağımızı belirleyen düşüncelerdir. Pine, yukarıda adları anılan dört olgunun modellerine 'psikanalizin dört psikolojisi' adını verir. Ona göre, çeşitli psikanalitik psikolojiler değişik odaklı gözlemlerden türerler. Gözlemler veri toplama araçlarıdırlar ve insanın gelişimi ve klinik ortam gibi iki odak üzerinde yoğunlaşırlar.
Noy (1977) psikanalizin eşsiz bir teori olmasını, çok-modelli karaktere sahip metapsikolojisine bağlar. Ona göre bu özellik psikanalizi diğer çağdaş psikoloji disiplinlerine üstün kılmıştır. Pine birden fazla modelin varlığını iki kavramın yardımıyla anlamaya çalışır: Çok-işlevlilik ilkesi (Waelder, 1936) ve 'anlar' olgusu. Çok-işlevlilik ilkesi'ne göre, psişik aygıtın bir edimi birden fazla işlev görebilir. Örneğin, klasik ekolün cinsel kökenli bir çatışmanın eyleme-dökme olarak tanımladığı herhangi bir klinik malzeme, farklı perspektiflerden, bir adaptasyon çabası, travmatik nesne ilişkisine 'hakimiyet' (mastery) denemesi veya kendilik-deneyimi sürekliliğini sağlama gayreti olarak görülebilir. Pine'a göre, insanoğlunun gelişimini izlerken veya bir klinik çalışmada hastayı 'dalgalanan dikkatle' dinlerken, farklı 'anlar'da farklı şeyler duyarız. Pine iddiasını anlaşılır kılmak için, 'gözleri bağlı adamlar ve fil' örneğini verir. Gözleri bağlı adamlar bir filin önüne getirilirler. File dokunan adamlara görmedikleri şeyin ne olduğu sorulur. Filin değişik yerlerine dokunan adamlar, fili sadece bir kuyruk, bir hortum veya bir bacak olarak tanımlarlar. Pine'a göre insanoğlunun karmaşık yapısını tek model ile açıklamaya çalışanların düştüğü durum buna benzer ;'bütün'ü bir hortum ya da kuyruk zannederler. Pine benzetmedeki 'uzaysal' boyutun yerine 'zamansal' boyutu koyar. Filin değişik bölümleri -ön, arka, yan, vs. gibi- uzaysal boyut üzerindeki farklılıklardır. İnsanoğlunun kompleks psişik yapısının farklılık ve çeşitliliği ise, zamansal boyutta ortaya çıkar. Hastanın bir an'daki çağrışımı bir model ile, bir başka an'daki çağrışımı ise bir başka model yardımı ile anlaşılabilir.
Pine dört modelin, Greenberg ve Mitchell'in (1983) öne sürdüğü gibi bir 'kavramsal tutkal' ile birbirlerine yapıştırılmaları gerektiği fikrine katılmaz. Ona göre, metapsikoloji düzeyindeki bir tutkalın, deneyimin kendisi göz önüne alındığında bir değeri yoktur. Bireyin deneyiminin kendisi bu değişik psikolojilerin nasıl bütünleştiklerine bir kanıttır. Birey bu deneyimleri bir bölünmüşlük veya parçalanma olarak yaşamaz; kuramcıların metapsikoloji ile uğraşırken uğradıkları kafa karışıklığı kendi dertleridir. Pine esnek ve belirsizliğe tahammüllü bir analistin hastasını bu değişik psikolojilerin yer değiştiren etkisini izleyerek anlayabileceğini ve yardım edebileceğini iddia eder. Analist bu esneklik içinde gene de en temelde bir ön-kabuller sınırı içindedir. O 'psişik fenomen üçlemesi'ne tabidir: psişik determinizm, bilinçdışı zihinsel işleyiş, birincil süreçlerin varlığı. Aynı zamanda, klinik bir üçlemeye de sadıktır: Tarafsızlık; doyurmama ve göreceli anonimite.
Pine'a göre, Dört Psikoloji psişik aygıtın değişik örgütlenmeleridir. Bebeklik döneminden başlayarak birbirlerinden ayrışmış olarak fark edilebilirler; tüm yaşam sürecine yayılan gelişim hatları ve gelişim ödevleri (sınavları) vardır; her biri diğerlerinden farklı güdülenme özelliklerine sahiptirler. Bu Dört Psikoloji örgütlenmelerinin her biri, bireyin kişilik örgütlenmesini bir hiyerarşik etki düzeni içinde, daha az veya daha çok belirlerler. Bir başka deyişle, bir hastanın öyküsü, Dürtü modelinin yardımı ile daha rahat çözümlenirken, bir diğer hastanınki Kendilik psikolojisinin kavramlaştırmaları ile daha derinlemesine anlaşılabilir. Ancak, böyle bir 'bir modelin baskınlığı' durumu her zaman rastlanan bir olgu değildir ve böyle olduğunda bile, o hastalarla çalışma, gene de, az veya çok, diğer modellerin yardımına gereksinim duyar.
Pine'a göre her analist, hastasını dinlerken ve yorumlarken dört ayrı malzeme üzerine odaklanır: Dürtü doyurma (doyuramama); savunma/uyum; eski ilişkilerin tekrarı; kendilik-deneyimleri (duygulanım ifadeleri). Bu durum hastanın deneyimlerinin doğal yansımasıdır. Bu değişik malzemelerin her biri üzerinde -bazen diğerlerini dışlayarak- çalışan kuramcı ve klinisyenler dört psikanaliz ekolünü yaratmışlardır: Dürtü-savunma Ekolü, Ego psikolojisi, Nesne ilişkileri ekolü ve Kendilik psikolojisi.
Bu dört ekolün içerikleri nelerdir ? Dürtü-savunma ekolüne göre, içsel itkiler bireyin güncel davranışlarının kökenindeki ana belirleyicilerdir. Bunlar başlangıçta daha çok biyolojik özelliktedirler. Ancak yaşam boyu sürecek bir değişim ve etkileşim dinamiği ile farklılaşırlar ve psişik hale gelirler. Psikanalist hastasına yardım etmek için onun arzu, gereksinim ve isteklerini ve onlarla karşıtlık içinde olan yasakları, engelleri, dış-gerçekliği ve dolayımında savunmaları ve kaygıyı çözümlemek / yorumlamak zorundadır. Bu ekol şüphesiz Freud'un kurduğu ve tanımladığı hali ile psikanalizin anayurdudur ve bugün kendisine verilen isimle Anayol Psikanalizin yatağıdır.
Ego psikolojisinin Dürtü-savunma ekolünden bütünü ile farklı bir model olup olmadığı tartışılabilir. Ego psikolojisinde 'uyum' (adaptation) olgusu ön plana çıkarılmıştır. Uyumun işlevselliği hem iç-dünyadaki itkilere, duygulanımlara, fantezilere, hem de dış-dünyadaki gerçeklik zorunluluklarına yöneliktir. Ego zafiyeti gibi bir kavram patoloji tanımlamalarında sık bir şekilde kullanılmıştır. Ego psikolojisi insanı sadece nevroz kökenli, çatışma-ürünü bir varlık olarak değil; aynı zamanda, akla-uygun, mantıklı ve tarafsız olabilen bir varlık olarak görmüştür. Adeta Ego psikolojisi, Freud'un ağzına purosunu götürürken gülümseyenlere verdiği yanıtı benimsemiş gibidir: 'Bir puro 'bazen sadece' bir purodur'. Ego psikolojisinin doğumunda etken olan en önemli değişkenlerin zamansal ve coğrafi değişim olduğunu düşünmemek elde değildir. Ego psikolojisi, değişen 'zeitgeist'a ayak uyduran bir psikanalizdir. Psikanalizin daha pragmatik bir kültür olan Anglo-sakson dünyası ile karşılaşması, onu 'uyum'a zorlamıştır. Psikanaliz artık kendi kuramsal ve klinik temellerini gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Genişleyen ruh sağlığı hizmeti talepleri ve değişen ve çeşitlenen patoloji profilleri, klasik psikanalitik uygulamaları bazı durumlarda hem lüks, hem de kullanışsız kılmıştır. Ego psikolojisinin en önemli ismi Anna Freud'un çocuklarla çalışmaları bu 'uyum'un en açıklayıcı örneğidir. Anna Freud hastaları ile çalışırken, yeri geldiğinde bir öğretmen, yeri geldiğinde bir arkadaş olabilmektedir. Onun terapötik değişimin araçlığını, klasik psikanalitik araçlarla ile birlikte eğitim ve öğretime de verdiğini görürüz.
Nesne ilişkileri ekolü bireyi bir içsel dramanın perspektifinden görür. İlk nesneler ile -bebeklik ve çocuklukta- yaşanan deneyimlerin bellek birimleri iki yönde işlev görür: Öncelikle, bireyin güncel deneyimlerini assimile ederek, kendilerine katarlar ve onların içsel deneyim kalıplarından farklı yönlerini törpülerler. Ayrıca, dış-dünyaya yansıtma ve yansıtmacı özdeşleşmeler ile etki edip (bir yerde 'kendini doğrulayan kehanetler yaratıp') bireyin, erken-dönemde yaşadığı içsel dramaların benzerleri veya farklı versiyonlarını dışarıda üretirler. Bunun en temel iki amacı, acı verici içsel sahnelere 'hakimiyet' (mastery) kazanma çabası (pehlivanın hep tuş olduğu rakibini bu sefer yenmesi) veya dürtü doyumudur. İki amacın aynı zamanda etken olması olasıdır. Nesne ilişkileri ekolü, özellikle 1940'lardan başlayarak psikanaliz içinde etkisini arttıran ve yaygınlaşan bir ekol olmuştur. Özellikle, kişilik bozuklukları ile çalışırken, analistlerin çok sık kullandıkları teknik ve kavramları bünyesinde barındırır. Psikanalizin tarihsel perspektifinde önemi gitgide daha yoğun hissedilen Melanie Klein ve güncel yayın ve kurumlaşmalarda hemen göze çarpan 'lider' Otto Kernberg bugün Nesne ilişkileri ekolünün ilk akla gelen isimleridirler. Nesne ilişkileri ekolünün hemen hemen bütün kuramcıları, Dürtü-savunma ekolü (ve hatta Ego psikolojisi) ile bağlarını koparmadıklarını tekrar tekrar ifade ederler. Onlar için, farklılaşmanın yegane sebebi, kuramın ve uygulamanın daha sağlam hale gelmesi ve genişlemesidir. Kaldı ki, onlara göre, bu değişimin tohumları bizzat Freud tarafından atılmıştır. Freud (1917) tüm önemli ilişkilerin kaybedildikleri zamandan sonra ego'da bir 'özdeşleşme' izi bıraktıklarını söylemiştir. Bir başka deyişle, kaybedilen içe-alınmıştır. Ayrıca, Freud'un Oidipus çatışkısı da bir 'üçgen drama'dır. Özdeşleşmeler vicdan ve süper-ego'ya dönüşürler. Freud'un dehasının en büyük keşiflerinden biri olan aktarım olgusu da, Nesne ilişkileri kuramcılarının, klasik teori ile kendi aralarında gördükleri köprüdür. Aktarım içsel-dramanın dışa-yansıtılmasıdır ve yaşam boyu tekrar etme özelliği gösterir. Ancak Bollas ( ) Heimann'ın ------yılında sorduğu şu sorulara gönderme yaparak Nesne ilişkileri ekolünün klasik kuramdan farklı olduğunu savunur. Heimann analistin hastasını dinlerken şu üç soruyu kendi içinden sormasını önerir: 'Kim konuşuyor ?'. Hastanın çağrışımlarındaki özne kimdir ? Kişinin iç dünyasındaki hangi nesne konuşmaktadır ? Hangi rol harekete geçmiştir ? İkinci soru 'kime konuşuyor ?'dur. Konuşan nesne hangi nesneye hitap etmektedir ? Bu diyalogda hangi ilişki kipi harekete geçmiştir ? Hangi nesne analiste yansıtılmaktadır ? Üçüncü soru 'şimdi bunları niye söylüyor ?'dur. Bu diyaloğun amacı nedir ? Hangi arzuyu doyurmaktadır veya hangi çatışmanın sonucudur ? Bollas Dürtü-savunma ekolünde ya da Ego psikolojisinde hastanın çağrışımlarının iki yönlü dinlendiğini düşünür. Ya bilinçli düzeydeki ifadelerdir bunlar, ya da ara sıra bilinçli düzeye sızan bilinçdışı (iç dünyadaki öteki) konuşur. Bilinçli düzey bu sızmaları fark ettikçe (yakaladıkça; kendi sesini duydukça) gizli arzu ve çatışmaları çözümleme imkanını bulur. Nesne ilişkileri ekolü bu ikili dinlemeye karşı olmamakla birlikte, bu 'x' eksenine, bir 'y' ekseni eklemiştir. Dinlemedeki bölünme sadece 'bilinç' ve 'bilinçdışı' arasında değil, iç dünyadaki çeşitli nesneler, etken-edilgen roller ve ilişki kipleri arasındadır.
Bu noktada şunu belirtmek gerekir. Nesne ilişkileri ekolünün ortaya çıkışı ve kuvvetlenişini, patolojik görüngülerde kişilik bozukluklarının daha sık görünmeye başladığı dönemlere bağlayabiliriz. Oysa Dürtü-savunma ekolü tarihsel olarak nevrotik görüngülerle daha ilgili olagelmiştir. Kişilik bozukluklarının patoloji yapısı nevrozdan oldukça farklıdır. Kohut (1977) nevroza yatay yarılma adını verir. Buradaki yarılma 'bilinç-bilinçdışı' arasındadır. Kohut kişilik bozukluklarını ise 'dikey yarılma' kökenli görür. Bu patolojilerde iç dünya değişik kendilik ve nesne kümeleşmelerine bölünmüştür. Hem bilinç, hem de bilinçdışı düzeyde birden fazla öznelik ve nesnelik odağı vardır ve bunlar sıkça yer değiştirirler. Bu durum kaotik doğalı bir aktarım-karşıaktarım yaratır. Bu sebeple, Heimann'ın üç sorusu karmaşayı çözebilmek için önemli araçlardır.
Kendilik psikolojisi ekolü 'kendilik' olgusuna vurgu yapar. Kendilik Psikologlarına göre, Ego, analistin bilimsel fantezilerinin bir ürünüdür. Bilimsel incelemenin nesnel birimine verilen isimdir. Canı yoktur; bölünüp, parçalandığı için hayatiyeti yok olmuştur. Oysa, Kendilik deneyimsel bir kavramdır. Gözlemcinin kendi 'canlı' deneyimleri üzerine yapılmış gözlemlerinin fenomenolojik ifadesidir. Özneldir, katılımcıdır ve tutkuludur. Kendilik, bir kutubu 'nesne' olan fenomenoloji doğrusunun diğer kutbudur. Kendilik psikolojisine göre, kendilik-deneyimleri (öznel durumlar), belirli kendilik-nesne karşıtlıklarında kendi başlarına güdüleyici özelliklere bürünürler. Özellikle bebeğin narsistik gelişimi açısından anlamlı 'teşhirci', 'idealize edici' ve 'ikiz' kendilik-deneyimleri, bireyin yaşam boyu sürecek güdülenme dinamiklerini oluştururlar. Bu güdülenme dinamikleri -klasik kuramdan farklılaşan bir şekilde- ölüme kadar değişim ve farklılaşma gösterebilirler. Kendilik psikologları için kendilik-deneyiminin duygulanımsal rengi çok önemlidir. Duygulanımın kendilik-deneyimine kattığı duyumlar (kendilik-duyumları), kendiliğin sağlamlığı ve bütünlüğü; kendilik-deneyiminin uyum ve sürekliliği ve kişinin 'öz-değeri' (self-esteem) açısından belirleyicidirler (Naşanson, 1992; Siegel, 1996). Kendilik psikologları önce hastalarının 'ne halde' olduklarını duymaya çalışırlar. 'Eşduyumsal bir içe-bakış'la (Empaşic Introspection) hastaların kendilik-deneyimlerini anlamayı amaçlarlar. Onlara göre, en az aracılı psişik bulgu kendilik-deneyimidir. Bir 'öteki'nin kendilik-deneyimini anlamak ta, gözlemcinin ancak eş-duyumsal yolla kendi kendilik-deneyimi üzerine yoğunlaşması ile başarılabilir. Yoksa, Ego, Şanatos, Libido, vs. gibi model soyutlamaları, anlama çabasını bir 'nesneleştirme' sürecine dönüştürür. Kendilik psikologlarına göre, bu 'nesneleştirme' ve dolayısıyla 'nesneleşme' ve 'yabancılaşma' psikanalizin vardığı son noktadır. Bu anlamda yüz senelik psikanaliz projesinin ulaştığı bu nokta revize edilmelidir. Kendilik psikolojisi ise, bu başarısızlıktan uzaklaşmak için, hedefi model soyutlamaları ile 'açıklamak' olan bir anlayıştan, amacı fenomenolojik bir 'anlamak' olan perspektife devrilmenin / evrilmenin projesidir. Kendilik psikolojisi özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nde gitgide yaygınlaşan bir ekol olmuştur; psikiyatri dışındaki ruh sağlığı mesleklerinde (klinik psikoloji, psikolojik danışmanlık, sosyal hizmet uzmanlığı, psikiyatrik hemşirelik) daha yaygın kabul görmektedir. Kendilik psikolojisinin sonuç olarak, toptan bir psikanaliz eleştirisi olduğu ve psikanalitik sayılamayacağı eleştirisi çok sık ve yaygın yapılmaktadır. Kendilik Psikologlarının 'psikanaliz' kelimesini gitgide daha az kullanmaları dikkat çekmektedir. Daha sık olarak 'dinamik' veya 'psikodinamik' kavramlarını kullandıklarını görürüz.
Teknik Özellikler
Psikanalitik uygulamaların iki klinik olguyu değişimin aracı olarak tanımladıklarını görüyoruz: 'Yorumun sağladığı içgörü' ve ' terapötik ilişkinin hastaya sağladığı düzeltici duygusal deneyim (corrective emotional experience)'.
Yorumlayıcı çalışmanın klinik ortamda beklenen sonuçları, hastada içgörüyü arttırmak; bilinçlilik, farkındalık artışı; çatışmanın çözülmesi; kabul etmek; çatışmanın kökenindeki arzudan vazgeçmek olarak özetlenebilir.
Düzeltici Duygusal Deneyim ise gelişimsel duraksamayı kırmak; yapısal eksikliği tamamlamak; duygulanım ve bilişsel yapı arasındaki bağlantıları kurmak ve Kohut'un tabiri ile 'dönüştürmeli içselleştirme'yi gerçekleştirmeyi hedefler.
Psikanalizi bu iki terapötik etkinliğin -vurgulanmış ve birbirlerini dışlayan yanlarının- kutuplarını oluşturduğu bir 'doğru' olarak gözümüzde canlandırabiliriz. Bu 'doğru'nun üstünde, bir kutupta yorum ve içgörüye odaklanan klasik psikanalizi, diğer kutupta ise, 'açıklamak'tan çok 'anlama'ya ve 'eşduyum'a önem veren, varsayılan bir çatışmayı çözmekten ziyade, kendilik ve/veya egoyu sağlamlaştırmayı amaçlayan değişik 'doyurucu / destekleyici' dinamik- terapileri görüyoruz. Gabbard (1994) klasik psikanalizin yeraldığı kutbu 'ekspressif', diğer kutbu ise 'destekleyici' olarak adlandırır. Alanda çalışanların gözlem, deneyim ve beyanları, her bir hasta ile gerçekleştirilen psikanalitik özellikli terapilerin, bu iki kutup arasında bir noktada yer aldıklarını belirtmektedirler. Bu doğru üzerindeki 'konumlanma' değişik etkenlerin sonucu olarak şekillenmektedir: a) Analistin mesleği, analizi/terapisi, eğitimi, kişilik örgütlenmesi, yaşam deneyimleri, karşıaktarım süreci ; b) hastanın şikayeti, patolojisi, aktarım süreci, kişilik örgütlenmesi, eğitim durumu, gelir düzeyi; c) terapinin uygulandığı ortamın çalışma koşulları, fiziksel şartları, organizasyonu; d) analist ve hastanın içinde buluştukları kültür, yaşadıkları çağın manevi ve maddi etkileri gibi pek çok etken belirli bir zaman-mekan kesişmesindeki 'analist/terapist-hasta' buluşmasını iki kutup arasında bir noktaya yerleştirir.
Psikanaliz veya psikanalitik terapi uygulayan pek çok analist, tedavinin başlangıç aşamasında -ya belli sayıda ön görüşme yapıp, ya da analitik sürecin kendi içinde- tanılandırma ve uygun tedaviye karar verme değerlendirmeleri gerçekleştirirler. Bunu yaparken hastanın öyküsü ve yakınmalarını dikkate alırlar ve dinamik-betimleyici gözlem yaparlar. Ancak bu değerlendirme sürecinin en önemli parçası aktarım ve karşıaktarım süreçlerini izlemektir. Özellikle yüzyılın ikinci yarısında önemi gitgide belirginleşen bir tutum olarak, analistler, hastanın bu ilk karşılaşmalardaki aktarım ipuçlarına odaklanırlar. Aktarım hastanın kendi iç dünyasından, geçmişinden analistine yansıttığı duygular, düşünceler, fanteziler vs.dir. Örneğin hasta analisti ile ebeveyni ile kurduğu ilişki gibi bir ilişki kurmaya eğilimlidir. Aktarım analist hastanın iç dünyası ve geçmişi ile ilgili önemli fikirler verir. Hastanın anlattıkları önemlidir ancak, onun seans odasında analisti ile birlikteyken nasıl davrandığı, nasıl bir ilişki kurduğu çok daha önemlidir. Ancak aktarımın getirdiği ipuçları tek başına yeterli değildir; analistler aynı zamanda, bu görüşmelerde kendi iç-dünyalarını gözlerler (Kernberg, 1984). Analistlerin hastalarına aktardıkları kendi iç dünya özellikleri, geçmişleri, fantezileri de 'karşıaktarım' (countertransference) adını alır. Analistler kendi karşıaktarımsal özelliklerinin farkında olmak ve onları sürekli izlemek mecburiyetindedirler.
Modell (1980) analistlerin uygun tedavi şekline karar vermek için öncelikle hastaların aktarım süreçlerini incelediklerini belirtir. Üzerine en çok yazılıp çizilmiş aktarım süreci aktarım nevrozudur. Aktarım nevrozu hastanın yakınmalarının temelindeki çocukluk sahnelerinin analitik ortamdaki sürecin etkileri ile analiz odasına bütünü ile getirilmesidir. Freud'un tanımıyla aktarım nevrozu 'suni olarak yaratılmış aktarım hastalığı'dır. Yakınmaların kökenindeki gerçek dinamik bütünü ile görünür ve deneyimlenir hale gelmeden, analistin onun üzerine yorumlayıcı çalışması eksik ve hatalı görülür. Gerçek iç-dünya dinamiğini analiz odasında bütünü ile görünür hale getiren aktarım nevrozu olgusudur.Aktarım nevrozu ancak analitik süreç içinde bütünüyle şekillenir. Hastanın tedavinin başlangıç aşamasında belirgin aktarım nevrozu işaretleri vermesi pek sık rastlanan bir olgu değildir. Daha çok nevrotiklerde görülen bu gibi durumlarda, hasta tedavi süreci için motive görülür; işbirliğine girer; olumlu aktarım özellikleri mevcuttur. Hastanın yakınmaları, psişesinin -yakınma dışında kalan kısmına- mesafelidir (ego-alien veya ego-distonik). Analistlerin bu hastalarla karşılaşmalarında şiddetli duygulara kapılmaları; ketleyici kaygılar duymaları; yoğun öfke hissetmeleri ender görünen durumlardır. Analistler bir esenlik hali içindedirler. Aktarım nevrozu analizin ilk yılı veya birkaç yılından sonra bütünüyle kendini gösterir. Denilebilir ki, analiste tedavinin başlangıç aşamasında ileride oluşacak bir aktarım nevrozunu düşündürtebilecek en önemli ipucu, hastanın başlangıç aşamasında analiste ve analitik konuma yönelik abartılı olumlu / abartılı olumsuz özellikler taşıyan tepkiler göstermemesidir (Greenberg ve Mitchell, 1983).
İkinci hasta grubunun tedaviye ilkel savunmacı süreçlerini hemen başlangıç aşamasında getirdiklerini görürüz. Yansıtma ve yansıtmalı özdeşleşme odaklı savunmalar, birbirinden ayrı tutulan tümgüçlü ve karşıtı olarak güçsüz, zayıf, çaresiz kendilik parçalarının dışsallaştırılmasını sağlarlar. Aktarım abartılı olumlu ve abartılı olumsuz özelliklere bürünür ve bunlar süratle yer değiştirebilirler. Analistin iç-dünyasında duygusal dalgalanmalar oluşur; kaygı düzeyi yükselir. Psikanalist karşıaktarım zorlanmaları yaşamaktadır. Yoğun öfke ve kaygı analistin çalışmasını zorlaştırabilir. Analist esenlik halini kaybetmiştir (Grotstein, 1985).
Modell (1980) yoğun inkar ve yalıtma kullanan üçüncü bir hasta grubundan söz eder. Modell, bu hastaların Winnicott ve Laing'in sözünü ettikleri 'yalan kendilik' oluşumu içinde yaşadıklarını iddia eder. Hastalar adeta bir 'koza' içindedirler. Kendilerini dış-dünyayla gerçek bir ilişki kurmayarak korumaktadırlar. Bu hastaların aktarımlarını izlemek hiç kolay değildir çünkü bir 'öteki'nin varlığını yadsır gibidirler. Hastalar analistleri ile bir ilişki kurmamaktadırlar. Ağır narsistik vak'alarda ortaya çıkan bu durumda, analist odada kendini yalnız gibi hissedebilir. Seanslar sıkıcı, uyku getirici, yüzeysel, nafile ve 'sahte' olarak yaşanır. Bu durum bazen analistler tarafından ileride oluşacak bir aktarım nevrozunu bekleme olarak görülebilir. Ancak deneyimler göstermektedir ki, uygun analitik müdahele olmazsa, bu süreç uzun yıllar boyu devam edebilmekte ve analist ile hasta hiç 'karşılaşmayarak', birbirlerine 'teğet geçerek' zamanı harcamaktadırlar.
Pek çok kuramcı ve klinisyen, psikopatolojinin klinik olarak gözlemlenebilen iki hali olduğunu dile getirmişlerdir (Kohut, 1971,1977; Stolorow ve Lachmann, 1980; Modell, 1980). Biri çatışma, diğeri gelişimsel duraksamadır. Yukarıda özetlenen üç hasta grubu ve bağlantılı aktarım-karşıaktarım etkileşimine yönelik bir değerlendirme yapmamız gerekirse, ilk grubun 'çatışma', diğer iki grubun 'gelişimsel duraksama' özelliğinde olduğunu söyleyebiliriz. İlk grup nevrozdan veya nevrotik sorunlardan yakınmaktadır. İkinci ve üçüncü grup ise nevroz ile psikoz arasındaki bölgenin patolojilerinden oluşur. İkinci gruba ağırlıklı olarak sınırda kişilik örgütlenmesi olarak bakılabilir (Bu tabir tarihsel olarak anlama sahiptir. Önceki zamanlarda bu hastalar psikoza girmek üzere olan, psikozun sınırında olan kişiler olarak görülüyorlardı). Üçüncü gruptakiler ise kökende gene kişilik bozukluğu özelliğine sahip olmakla beraber, savunmacı dönüşümlerle kendilerini bu cehennemin dışında tutarlar. Tabi ki bu 'dışında tutma', 'yaşarken ölü gibi olma' ya da 'yok olmamak için varolmama' pahasına başarılır (Laing, 1965; Modell, 1980; Masterson, 1988).
Tekrar Gabbard'ın (1994) iki kutuplu terapötik doğrusuna dönersek ve literatürdeki genel kanıya bakarsak diyebiliriz ki, birinci patoloji grubuna (nevrotikler) ekspressif kutup veya o kutuba yakın terapilerle yaklaşılmaktadır. İkinci grup (sınırda-kişilik örgütlenmesi) ve üçüncü grup (narsistikler) farklı ekoller tarafından değişik noktalara konumlandırılmış tedavilerle ele alınmaktadırlar. Nesne ilişkileri ekolü klasik kurama göreceli yakınlığı sebebiyle ve 'çatışma' kökenine bağlılığını sürdürdüğü için, sınırda-kişilik örgütlenmelerini -psikanaliz olmasa da- ekspressif kutuba yakın noktalardaki terapilerle tedavi etmeyi amaçlar. Kernberg'ün tedavi yaklaşımına ilk yıllarda verdiği isim de 'Ekspressif Psikoterapi'dir *.
Nesne ilişkileri ekolüne göre, narsistik oluşumlar sınır-kişiliklerine göre daha sağlıklıdırlar, sınır-kişiliklere göre daha yüksek zeka, daha yüksek adaptasyon kabiliyetleri ve daha olumlu çevre koşullarının sonucudurlar. Ancak Nesne ilişkileri ekolünün bu iki patoloji grubuna yaklaşımında büyük farklılıklar yoktur. Amaç ekspressif kutuptan orta noktaya doğru bir konumdan başlanan terapiyi gitgide ekspressif kutuba çekmeye çalışmaktır. Hasta geliştikçe psişik yapılanma değişir (hasta nevrotikleşir) ve klasik psikanalitik uygulama olanaklı hale gelir, hasta koltukta yüz yüze yapılan görüşmelerden divana geçebilir (Kernberg, 1976; 1980; 1984).
Kendilik psikolojisi ekolünün yaklaşımları, terapi doğrusunun orta noktasından destekleyici kutba uzanan noktalarda yer alırlar. Kendilik psikolojisi klinisyenleri nevroz-dışı patolojilere 'kendiliknesnesi bozuklukları' adını verirler (Basch, 1980). Bu patolojilerin kökeninde yatan bebeğin çeşitli temel psişik gereksinimlerinin ilk bakıcıları (Kohut'un onlara verdiği isimle, kendiliknesneleri; yani kişinin yaşamındaki en 'önemli ötekiler') tarafından karşılanmamış olmasıdır. Analistler aktarımda harekete geçen geçmişte doyurulmamış ve travmaya sebep olmuş kendiliknesnesi gereksinimlerini doyurup, yarım kalmış gelişimi tamamlama amacı güderler (Siegel, 1996). Bu ekolde de, narsistik ve sınır-kişilikler arasında patolojinin şiddeti açısından değerlendirmeler yapılsa da, bu durum Kernberg'te olduğu kadar kategorik değildir .
Ekspressif kutuptan destekleyici kutba uzanan psikanalitik terapilerde amaçlanan nedir ? Daha önceki satırlarda özetlendiği gibi klasik psikanalizde amaç yorumlama çalışmalarıyla kazanılan içgörü yardımı ile çatışmanın çözümlenmesidir. Ego psikolojisi egoya kuvvet kazandırılmasını amaçlar. Ego strese ve çevreye uyum kabiliyetini arttıracaktır. Bunun sonucunda kaygı ve hayal kırıklığı toleransları, haz erteleme kudreti, süblimasyon kabiliyeti gelişecektir. Nesne ilişkileri ekolü hastanın ilkel savunmalarının zararları sonucunda oluşan kaotik ilişkiler yerine, sağlıklı ve doyumlu ilişkiler yaratmayı amaçlar. Kendilik psikolojisi için amaç kendiliğin uyum ve sağlamlığında artıştır. Arkaik kendiliknesnelerinden daha olgun ve uygun kendiliknesnelerine geçiş hedeflenir (Gabbard, 1994). Olgun kendiliknesnesi yaşantılarının gerçekçi çevreyle (terapi ortamı) ilişkiye girerek ve oradaki figürlerle özdeşleşerek oluşturulması sonucunda hastanın psikopatolojisinde azalma ortaya çıkacaktır (Siegel, 1996). Kendilik psikolojisi veya bağlantılı yaklaşımlar, hastanın varsayılan çatışmasını çözmekten ziyade gelişimsel duraksamayı ortadan kaldırıp, yapısal eksiklikleri tamamlamayı amaçlarlar. Bu yaklaşım, yorumlama çalışmasının sağladığı içgörüden ziyade, 'kucaklayıcı ortam' özellikleri ve eşduyumun katkısıyla 'düzeltici duygusal deneyim'in oluşumunu sağlar.
Özetlemek gerekirse, psikanaliz, psikopatolojinin oluşumundan iki olguyu sorumlu tutar: çatışma ve gelişimsel duraksama. Psikanalitik tekniklerin spektrumuna global baktığımız zaman ise, bir kutupta saf olarak çatışma ile uğraşan klasik psikanalizi; diğer kutupta, yoğun gelişimsel duraksama ve yapısal sorunlara odaklanan destekleyici terapiyi görürüz. Ego psikolojisi ve Nesne ilişkileri ekolleri spektrumun orta noktasıyla klasik psikanaliz kutbu arasındaki noktalarda konumlanırlar. Kendilik psikolojisi ise, spektrumun orta noktası ile destekleyici terapi kutbu arasındaki noktalarda yer almaktadır. Klasik psikanalizin tedavi etmekte başarılı olduğu patoloji nevrozdur. Nevroz, oidipal karmaşa kökenli bir rahatsızlıktır. Oidipal karmaşa yaşamın ilk otuzaltı ayı tamamlandıktan sonra kendini gösteren ve anne-baba-çocuk üçgeninde ifade bulan, cinsel/saldırgan arzu-yasak çatışmasına dayalı bir olgudur. Orta nokta ile psikanaliz kutbu arasındaki yaklaşımların uğraştıkları patolojiler genel olarak orta ve yüksek düzey kişilik bozuklukları olarak tanımlanabilir. Bu bozukluklarda köken oidipus-öncesi olmasına karşın, oidipal renk te çok belirgindir. Bunlara örnek olarak, üst düzey narsizm, karakter nevrozu, histrionik kişilik, değişik dissosiyatif bozukluklar gösterilebilir. Kendilik psikolojisi ve bağlantılı yaklaşımlar, orta nokta ile destekleyici terapi kutbu arasında konumlanır. Tedavi etmeyi amaçladığı patolojiler orta ve düşük düzey kişilik bozukluklarıdır. Bu patolojiler kısmi ve geçici regresyonlarla psikotik görünümlere bürünebilirler. Ağır sınır-kişilik bozuklukları, şizoid kişilik, çocuksu kişilik, kendine zarar verenler, bağımlı kişilik, sado-mazohistik kişilik, pre-psikotikler örnek olarak gösterilebilirler. Bu bozukluklar yaşamın ilk otuzaltı ayındaki etkileşimlerden kaynaklanırlar ve klasik gözlükle baktığımız zaman oral ve anal özellikler gösterirler. Kutbun en ucunda yer alan tamamen destekleyici karakterde olan terapiler ise saf psikotik oluşumların sağaltımını hedeflerler (Gunderson, 1984).
'Perde anı' ve 'Model sahne' Kavramları
Bu bölümde, buraya kadar anlatılan şeyler bir kuramsal ve klinik tartışmanın somutluğunda farklı bir şekilde bir daha ele alınacaklardır. Bu kuramsal ve klinik tartışma, klasik kuramda 'Perde anı' (screen memory) ve çağdaş psikanalitik ekollerde 'model sahne' (model scene) adlarını alan ve benim aralarında önemli ilişkiler olduğunu düşündüğüm iki kavramın karşılaştırmasını içerecektir.
Önceki sayfalarda bugünlerde psikanalizin dört ekolü olduğunun genel kabul gördüğüne değinmiştik. Dürtü-savunma, Ego psikolojisi ve Nesne ilişkileri ekolleri aralarında önemli ortaklıklar bulundurmaktadırlar ve bu ortaklık genelde 'anayol psikanaliz' (mainstream psychoanalysis) adını almaktadır. Dördüncü ve en son ekol olan, Kendilik psikolojisi ise bu ortaklığın içinde görülmez. Kendilik psikolojisi ve kendisinden sonra doğan ve kısmen ondan türeyen 'ilişkisel psikanaliz' (relational psychoanalysis) ve 'özneler-arası' (intersubjectivity) gibi yeni yaklaşımlar 'çağdaş psikanaliz' (contemporary psychoanalysis) şemsiyesi altında toplanırlar. Bu iki öbek (anayol psikanaliz ve çağdaş psikanaliz) arasındaki gerilim psikanalizin son yıllarda tanık olduğu yeni bir dinamik olarak karşımıza çıkıyor (Kernberg, 1997). Bu bölümde ele alacağımız iki kavramdan ilki (Perde anı) anayol psikanalizin, ikincisi (model sahne) çağdaş psikanalizin klinik ortamda birbirine yakın yerlerde duran olgulara verdiği iki farklı isimdirler. Bu iki kavramın tanım, odak ve işlevlerindeki farklılıklar iki psikanaliz gruplaşmasının epistemolojik ve ideolojik farklılıklarını da ortaya koyduğu için çok dikkat çekicidir.
'Perde anı' psikanalitik literatürün en erken kavramlarından biridir. Freud tarafından ilk olarak 1899 tarihinde aynı adı taşıyan makalede psikanaliz dünyasına tanıtılmıştır. Bu makalede Freud (1899) bazı insanların göreceli olarak önemsiz görünen olayları net olarak hatırladıkları halde, yaşamlarında önemli yer tutan bir kısım olayları hatırlamadıkları gözleminden hareketle, hatırlanan önemsiz sahnelerin önemli olanları perdelediğini savunur. Bu savunmacı oluşum bir yer değiştirmedir. Freud'a göre, bu yer değiştirme, hatırlanan sahne ile hatırlanamayan arasında bir süreklilik içerir. Yani, hatırlama ediminin nesnesi, saklanan sahne değil, onun bir komşusudur. Hatırlanabilen sahne bu komşu sahnedir. Komşuluk zamansal ya da mekansaldır. Yer değiştirme Perde anı olgusundaki savunmacı tek mekanizma değildir. Sakıncalı sahnenin unutulmuş olması da, bastırma ve yer değiştirmenin kol kola işlevsel olduklarını gösterir.
Perde anı Freud'un yazdıklarındaki en erken kavramlardan biri olsa da, diğer pek çok erken kavramın akıbetine uğramamış, Freud'un yaşamının sonuna kadar kuramsal ve pratik önemini korumuştur. Bunun en temel sebebi, kavramın özünün psikanalizin ruhuna son derece uyumlu olmasıdır. Bu ruh 'karşıt kuvvetlerin çatışmasının sonucu olan 'uzlaşım'dır (compromise). Semptom, düş ve parapraxis için olduğu gibi, Perde anı'nın oluşumunda da geçerli olan dinamik, kendini bilinç düzeyinde ifade etmeye çalışan güçlerle, onları engellemeye çalışanların mücadelesidir. Sonuçta, ne birinin, ne de diğerinin istediği olur. Kendini açığa çıkarmaya çalışan aynen düşte olduğu gibi, belli bir değişimle gün ışığına çıkabilir. Bu değişim bir çarpılmadır. Sansür mekanizması bunu zorunlu kılmıştır.
Perde anı olgusunun temelindeki önermeye göre, hatırlanması kaygı yaratıcı olan bir anı, tarihsel bir hakikat olarak vardır. Perde anı mekanizması bu hakikati tül bir perdenin arkasına alır. Aynen tül perdenin yaptığı gibi, hem biraz gösterir, hem de biraz gizler. Freud (1899) Perde anılardaki bu gizleme mekanizmasının aynen bir düşte olduğu gibi yoğunlaştırma, simgeleştirme ve ikincil elden geçirme içerdiğini düşünmüştür. Perde anı bir düş gibi çözümlenmelidir. Hakikate ulaşmak için, bu unutulmuş ve bilince değişerek çıkmış malzeme analitik ustalıkla ele alınmalıdır (Freud, 1914).
Perde anının arkasında duranın bir 'tarihsel hakikat' olduğu düşüncesi, ilerleyen satırlarda, psikanalizin post-modern nitelikli kavramlarından 'model sahne' ile karşılaştırılması bağlamında daha eleştirel olarak ele alınacaktır. Şimdilik, Freud'un da -zaman zaman çelişkili bir görüntü verecek şekilde- 'perde anılar' ve 'Analizde İnşalar' makalelerinde (1937) 'tarihsel hakikat' olgusunu nerdeyse post-modern bir şekilde ele aldığını belirtmekle yetinelim.
Perde Anı. Tanım ve Özellikler
Perde anı sahnelerindeki olaylar olağan, sıradan ve göreceli olarak masum içeriklere sahiptirler. Öte yandan, hatırlanan sahnenin 'hatırlanması' istisnai bir berraklık ve süreklilik barındırır. Bu hali içeriğindeki sıradanlık ve olağanlıkla bir kontrast içermektedir (Laplanche & Pontalis, 1988). Nasıl olmaktadır da böylesine masum ve sıradan bir anı, sayısız benzerinin arasından sıyrılıp, bu derece net ve berrak bir şekilde bellekte kendine yer edinmektedir ? Freud'u bu kavram üzerine kafa yormaya iten soru budur.
Hatırlayan kişi perde anı sahnesini iki yönlü deneyimler. Bir taraftan sahneyi doğrudan özne olarak deneyimler, diğer taraftan kendisini sahnede üçüncü tekil şahıs olarak seyreder (Greenacre, 1949).
Perde anılar, olumlu ve olumsuz olarak ikiye ayrılırlar. Bu anıların içeriği arkalarında sakladıkları anıların içeriği ile uyumlu, ya da tersi olabilir. Uyumlu olursa 'olumlu perde anı', tersi olursa, 'olumsuz perde anı' adını alırlar (Good,1997).
Perde anı sahnesi gizlediği olayın öncesindeki, ya da sonrasındaki bir olay olabilir. Eğer öncesinde ise, 'retroaktif perde anı', sonrasında ise 'ileriye doğru yer değiştirmiş perde anı' adını alır. Literatürde daha sık rastlanan kullanımına bakarsak, perde anının zamansal olarak, gizlediği olayın sonrasındaki bir sahne olarak örneklendiğini görürüz. Doğrusu, bu şekilde kullanım, psikanalizin ruhuna daha uygun görünmektedir. Psikanalistler daha az hatırlanan ve sonrakiler tarafından gölgelenenin hep daha öncekiler olduğunu düşünmeye eğilimlidirler. Oysa Freud'un kavramı ortaya attığı ilk makalede, bir hastasından söz ediyormuş gibi, kendi yaşamından aktardığı örnekte, perde anı olgusu, önceki bir sahnenin sonrakileri gizlemesi olarak belirir (Freud, 1899). Ayrıca Freud gizleyen ve gizlenen sahnelerin birbirlerinden ayrılamayacak kadar aynı dönemlere denk gelmesi durumundan da söz eder.
Perde anı sahnelerinin önemli bir kısmı tarihsel olarak doğrulanamayan yapıdadır. Ayrıca -diğer tarihse olaylarla birlikte ele alındıklarında- bütünsellik ve derinlik eksiklikleri vardır. Bu sahneleri hatırlayan kişinin kendi başına veya anlattığı yakınlarının yardımı ile farkına vardığı tarihsel hatalar ve yer/zaman değişiklikleri bulunmaktadır. Ancak tüm bunlar bu sahnenin berraklığını değiştirmez ve kişinin bu sahnelerin gerçekten yaşandığına dair inancını azaltmaz. Bu anlamda bu anılar son derece katı ve donmuşlardır (Good, 1997). perde anılar 'tarihsel hakikat' boyutunda değerlendirilince, çarpılma içerirler. Önemli olan psikanalitik çalışmayla bu çarpılmayı çözüp, doğru bilgiyi elde etmektir (Freud, 1914).
Klasik psikanalitik düşünceye göre, perde anı, çocukluğun bastırılmış 'ilk sahne'sini gizleyen bir perdedir. Bu anlamda, aile-içi romansın ürünüdür. Yani, anne-baba-çocuk arasındaki arzu-yasak dinamiğinin tanıklıklarını içerir. Bir rakip ve aşık olarak çocuk, anne-babanın cinsel birlikteliğine tanık olur ve şiddetli duygularla bu sahneyi seyreder. Bu tanıklığın yarattığı çatışma psikanaliz odasında aktarım nevrozu olarak tekrar üretilip, daha sonra onu çözümleme başarılırsa perde anı inatçılığını yitirir. Arkasındakini açığa vurmak için sahneyi terk eder. Perde anı, ilk sahne ile aktarım nevrozunun çözümü arasındaki bölgede bir arayüz'dür. O tam olarak hatırlanamayan ve tam olarak unutulamayandır (Frank, 1969)
Bu bağlamda perde anının devinimleri ve dönüşümleri psikanalitik çalışmanın gidişatını değerlendirmek açısından önemli araçlardır. Perde anı sahnesinin değişimleri (sahnenin yarattığı duyguların şiddetini yitirmesi, sahnenin zihinde eskisi kadar yer işgal etmemesi, vs.) psikanalitik çalışmanın bitiriliş kriterleri arasında görülür. Değişmemiş ve zihindeki meşguliyet özelliğini kaybetmemiş bir perde anı varsa, psikanalitik çalışma henüz hamlığını yitirmemiştir ( Mahon ve Mahon, 1983).
Model Sahne. Tanım ve Özellikler
Model sahne Lichtenberg, Lachmann ve Fosshage (1992) tarafından ortaya atılmış ve psikanalizin post-modernite ile karşılaşmasını dramatik şekilde temsil eden bir kavramdır. Bu kavram, önceki sayfalarda tanımlanan psikanaliz ekolleri hatırlanırsa, ilk üç ekol olan Dürtü-savunma, Ego psikolojisi ve Nesne ilişkileri ekolünün kullanım alanında görülmez. Model sahne Kendilik psikolojisinin ürünüdür. Özellikle Kendilik psikolojisinin doğumunu ve gelişmesini takip eden yıllarda ortaya çıkan ve Çağdaş Psikanaliz adını alan, yoğun derecede post-modern, yapısalcı ve 'yorumsamacı' (hermeneutic) dönemin özelliklerini barındırır. Klasik bakışın tersine, 'tarihsel hakikat' perspektifinde izleri sürülecek ve açığa çıkarılacak bir geçmişi aramaktan ziyade, 'söylemsel hakikat' kavramının ışığında (Spence, 1986), şimdi'de yeniden inşa edilecek bir geçmiş versiyonunu araştırır. Tüm hatıralar, hatırlandıkları güncel ilişkisel bağlamlarda yeni şekiller alırlar. Bu olgu hem hatıraları, hem de bağlamları her an yeniden belirler. Bu dinamik hem ilişkiseldir, yani, canlanan anılar ilişkideki tarafların birlikte inşalarıdır; hem de zamansaldır. Geçmiş ve güncel (ve hatta gelecek), birbirlerini her an etkiledikleri sürekli bir etkileşim içindedirler.
Lichtenberg, Lachmann ve Fosshage'ye (1992) göre, psikanalitik süreçte analist ve hastası, anlama ve açıklamayı kolaylaştıran bazı sahneler inşa ederler. Bu sahneler hastanın sorunlarını ve sorunların gelişimsel kaynaklarını birbirine bağlayan simgesel anlatımlara sahiptirler. Model sahne bazen yoğunlaşmış bir anı parçası, bazen bir fantezi, bazen bir film veya roman olabilir. Model sahne hastanın geçmişi ile bugünü arasında tekrarlarla oluşan bağlantıyı gösterdiği gibi, aktarımdaki duruma da ışık tutar. Model sahnenin gerçekten yaşanmış bir olay olup olmaması, ya da, yaşanmışsa, gerçeklik derecesi gibi bir sorgulama gereksizdir çünkü model sahne güncel, geçmiş ve geleceğin bir amalgamıdır. Bu amalgam, Kohut'un (1971) 'teleskoplama' kavramı ile daha anlaşılır hale gelir.
Kohut'a göre, güncel deneyimler, geçmişin deneyimleri ile benzer özelliklere sahiptir. Önceki deneyimler, güncel olayın yarattığı deneyimler tarafından içerilirler. Teleskoplama kavramı, eski ve yeni deneyimlerin yarattığı duygulanımların birleşmesini anlatır. Zamansal olarak 'yakın' ve 'uzak' bir noktada iç içe geçerler. Bu iç içe geçme psikanaliste, üzerinde çalışabileceği, geçmişle bugünü birleştiren yekpare bir doku sunar. Psikanalist, geçmişteki deneyimlerin kendilerini öğrenmeden, güncel olanın onu davet ettiği kapıdan yekpare dokuya ulaşır. Kohut, klasik psikanalizin vazgeçilmez gördüğü 'geçmişi açığa çıkarma' olmadan, sadece bu yekpare doku üzerine çalışarak ta tedavinin başarılabileceğini iddia eder. Belki, onu psikanalizden uzaklaşmış bir psikoterapi kuramcısı olarak görme yönündeki eleştirilerin odaklandığı nokta da budur.
Model sahne, sadece teleskoplama kavramının bir versiyonu olarak görülemez. Teleskoplama, model sahneyi anlama yolunda önemli bir olgudur ancak tek başına yeterli değildir. Teleskoplamadaki 'geçmiş' ve 'güncel'in bir araya gelişinde olduğu gibi, bir diğer birleşme, psikanalist ve hastanın model sahneleri belirginleştirme sürecindeki etkileşimsel ilişkileridir. Psikanalist ve hastanın psişik yaşantılarını düzenleyen kendi zihinsel 'örgütlenme ilkeleri', ortak bir çalışma ile bir 'çeviri' sağlarlar. Bu çeviri, hastanın dağınık ve anlaşılmaz duran deneyim kümelerinden anlaşılabilir bir öykü yaratır. Bu süreç çağın ruhuna uygun bir şekilde, yorumsamacı bir doğadadır. Metin ve çevirmen arasındaki ilişki tek yönlü değildir. Çalışmanın iki öznesi (analist ve hasta) bir 'özneler-arası hakikat' yaratırlar. Seanslarda adım adım yaratılan ve kendi sembolleri, işaretleri, dili olan bu özneler-arası hakikat hastanın öyküsünde ne zaman bir açmazla karşılaşılsa, yardımına başvurulacak bir maymuncuk gibidir. Hasta açıklanamayan bir deneyim veya bilgi getirdiği zaman, psikanalist model sahneye geri dönüp bakar, bu yeni deneyim model sahnenin içeriği tarafından açıklanabilmekte midir ? Bazı durumlarda, bu yeni deneyim, model sahnenin ilk haline, fazla bir revizyon gerektirmeden, eklenebilir. Bazı durumlarda ise, model sahnenin sofistikeleşmesi, evrimleşmesi, ya da toptan değiştirilmesi gerekebilir. Model sahne, perde anının aksine arkasında bir giz barındıran bir paravan değildir. Onun eksiklikleri, bir gizleme amacı taşımaktan ziyade, üzerinde yeterince çalışılmamasından, formüle edilememesinden kaynaklanan bağlantı boşluklarıdır.
Model sahne 'açıklayıcılık' gücü yüksek olan bir terapötik araçtır. Bu açıklayıcılık, hasta ve analist arasında bir 'açıklayıcı bağlam' (explanatory context) kurulmasını sağlar. Bu 'açıklayıcı bağlam', metaforlar, simgeler, imgeler, duyumlar, semptomlar içermektedir. Tüm bunlar bu bağlamda öykünün bütünlüğüne katkıda bulunur hale gelirler. Ortaya çıkan öykü, Kris'in (1956) 'kişisel mit', Arlow (1969) ve Greenacre'in (1971) 'örgütleyici düşlem' diye adlandırdıkları olgulara denk düşer. Bu tümevarımcı süreç, tek başına psikanalistin bilgisini kullanarak açıklamalar yapması ile değil, 'bağlam' kelimesinin ifade ettiği gibi, iki tarafın da (analist ve hasta) katılımıyla, etkileşimsel olarak gerçekleşir. Analist ve hasta gerektiği zaman maymuncuğu beraberce kullanırlar.
Perde Anı ve Model Sahnenin Karşılaştırılması
Perde anı psikanalizin ilk dönemine ait bir kavram olarak, ağırlıklı olarak pozitivist ve modern bir kavramdır. Oysa model sahne göreceli ve post-modern bir doğadadır. Perde anı için 'tarihsel hakikat', model sahne için ise, 'söylemsel hakikat' geçerlidir. Ancak, bu durum, model sahne ile çalışanların, hiçbir tarihsel nedenselliğe inanmadıkları anlamına gelmez. Yaşanmış deneyimler, tekrar değerlendirmeye alındıkları ilişkisel bağlamlarda anlam kazanacak ham maddelerdir. Perde anının arkasına geçildiği zaman, ulaşılacak olgu inşadır. Oysa, model sahne çalışması bir yeniden inşa süreci yaratır.
Perde anı kavramı ile çalışanlar, üstü unutma ile örtülmüş bir sırrı açığa çıkarmayı amaçlarlar. Terapötik amaç budur. Semptomu giderecek olan çare budur. model sahne kavramı ile çalışanlar ise, terapötik amaç olarak, adlandırılmamışı adlandırmayı hedeflerler. Böylece düzensizlik düzene, belirsizlik belirliliğe kavuşmuş olacaktır. İyileşme böyle sağlanır. Düzensizliğin düzene, belirsizliğin belirliliğe kavuşma sürecini, Lichtenberg (2001), Pirandello'nun karakterlerinin yazarlarını aramasına (ve bulmasına) benzetir.
Perde anı kavramının gerisindeki psikanalist-hasta ilişkisi, klasik psikanalitik hiyerarşiyi yansıtır: Odada 'inceleyen' ve 'incelenen' vardır. İlişki kesinlikle asimetriktir. Oysa, model sahne kavramının gerisindeki psikanalist-hasta ilişkisi böyle bir güç dengesizliğini yansıtmaz. Bu kavramla çalışanlar için, hasta sırrını (çatışmasını) saklayan ve bu yüzden direnç gösteren bir kişi değildir. Adlandırılmamış olanı, psikanalistiyle ortak çalışmasında beraberce adlandırmaya çalışandır. Bu modelde ilişki tam olarak asimetrik değil, 'neredeyse' simetriktir.
Son maddeden hareketle, 'direnç' üzerine düşünürsek, iki kavramın gerisindeki kuramsal farklılık biraz daha öne çıkar. Perde anı kavramı, kalın bir bilinç-bilinçdışı ayrımının ürünü olarak ortaya çıkar. Bu durum, semptom, rüya, parapraxis ve diğerleri için de böyledir. Perde anı ve semptom, rüya, eyleme dökme, vs., kalın hatlı bilinç-bilinçdışı ayrımının yarattığı çatışmanın (ve ironik olarak, çiftleşmenin) çocuklarıdırlar (ve melezdirler). Bu ürünlerin rahatsızlıkları, paradoksal olarak onların varoluşlarını borçlu oldukları çatışmadan kaynaklanır. model sahne ise, bir az gelişmişliğin ürünü olan bir durumu yansıtır. Doğasında, karşıtlığın yarattığı rahatsızlıktan ziyade, yetersiz bakım vardır. Çatışma ve o çatışmanın bilinçdışına itilmesi yerine, yetersiz işlenmeden (üzerine yetersiz çalışılmasından) dolayı, tam anlamıyla bilinçlenilmemiş, hakimiyet kazanılamamış bir deneyim kümesi (sahne) görürüz. model sahne ile çalışma, bilinçdışı malzemenin bilinçli hale gelmesinden çok, işlenmemiş olanın bağlantılı, detaylandırılmış, sözelleştirilmiş ve dolayısıyla bilinçli olmasını anlatır. Belki klasik jargonla ifade etmek gerekirse, bilinçdışı olanın değil, ön bilinçli olanın bilinçli hale getirilmesinden söz edebiliriz. Ve bu sebepten dolayı, model sahne olgusu ile çalışıldığı zaman klasik psikanalizde iddia edildiği kadar analiz-karşıtı bir direnç beklenmez. Hasta psikanalistiyle kendi bulmacası üzerine çalışan bir çalışma partneri gibidir.
Ertelenmiş Hareket
İki kavram (perde anı ve model sahne) arasındaki farkın, bugünün psikanalitik düşüncesinin 'eski' ve 'yeni' bölünmesini bir ölçüde yansıttığını düşünmekle birlikte, 'eski'nin ve özellikle Sigmund Freud'un çağdaş psikanaliz tarafından görüldüğü kadar, 'eski' olmadığına inanıyorum. 'Yeni'nin kendi varoluşunu yaratırken, 'eski'yi diğer kutba iterek, biraz daha 'öteki'leştirdiğini düşünüyorum. Tabi ki, klasik kuramın nesnel, pozitivist, hiyerarşik olarak asimetrik ve abartılı Kartezyen yönleri olduğuna katılıyorum ancak psikanalizin içine doğduğu çağın özellikleri (mantıksal pozitivizm, mekanik bilimin kutsanması, aydınlanmacılık, vs.) düşünülürse, Freud'un yarattığı şekli ile, psikanalitik düşüncenin, bu katı yapıyı sarsarak bugünün çağdaş psikanalizinin önerdiğine yakın bir radikallik taşıdığına inanıyorum .
Freud'un 'zaman' kavramlaştırmasında bilinçdışının zamansızlığının, ve düşlem (fantezi) olgusunun merkezi bir yeri vardır. Freud 'hakikat' kavramına bu iki kavramlaştırmanın perspektifinden bakar. Onun için hakikat, psişik gerçeklikte olandır. Bu düşlemlerin gerçekliğidir. Düşlemler bilinçdışıdırlar ve bu yüzden zamansızdırlar. Bilinçdışı düşlemler, güncel olaylarla günün kalıntıları aracılığı ile temaslar yaşayıp yeni versiyonlara uğrarlar. Bu versiyonlar, bilinçdışı bir potansiyelin gün ışığında tezahür etmeleridir. Yani, psişik gerçeklik yalnızca geçmişe dayalı bir olgu değildir. O ne geçmişe, ne güncele dayanır. O bilinçdışının zamansızlığından neşet eder. Belki bu yüzden, Freud'un metinlerinde 'inşa' ve 'yeniden inşa' kavramları değişimli olarak kullanılırlar (Greenacre, 1975). Bilinçdışı düşlemin zamansızlığı kavramını, onun 'her zamanlılığı' olarak ta anlayabiliriz. O güncel (ve zamana bağımlı) deneyimlerle her temasında, bu güncel deneyimleri de kendine katarak (ve melezleşerek), kendi 'zamansızlığı'na (ya da 'her zamanlılığına') geri çekilir ve bir sonraki temas için bir 'olasılık' olarak bekler.
Freud'un çağdaş görüşlerdekine yakın bir zaman ve nedensellik bakışına sahip olduğunu gösteren çok özel bir kavramı vardır: 'Ertelenmiş Hareket' (Deferred Action) (Laplanche ve Pontalis, 1988). Freud ilk metinlerinden başlayarak, insanın, gelişimi boyunca geçmişin izlerini her yeni deneyimledikleri ile revizyona uğrattığını belirtmiştir. Bu izler, bazen bu yeniden ele alınmalarda, kökendeki hallerine göre, daha fazla öneme, güce, etkileyiciliğe sahip olurlar ve hatta bazen patolojik sonuçlar yaratırlar. Özellikle travma olgusu çoğunlukla bir ertelenmiş hareket olarak ortaya çıkar. Laplanche ve Pontalis'e göre, ertelenmiş hareketi sadece boşalım geciktirilmesi olarak göremeyiz. Ettelenmiş hareket, kompleks bir dizi psikolojik organizasyonu bünyesinde barındıran bir olgunlaşma sürecinin zamansal yayılımını temsil eder. Çocuk yaşadığı bazı deneyimleri, deneyimleme anında yeterli derecede işleyemez. Özellikle cinselliğin alanı bu zamansal kaymanın etkilerini barındırır. Çocuklukta yaşanmış bazı cinsel deneyimler, ileriki yıllardaki cinsel uyarımlarla birlikte travma yaşantılarına dönüşebilirler.
Özetle, şunu anlıyoruz. Bireyin bilinçdışı fantezilerinin güncel deneyimlerin izlenimleri ile her evlenmesi sonucunda, ortaya yeni bir kompozisyon çıkar. Bu kompozisyon bir geçmiş, bir şimdi ve bir gelecek içermektedir. Bu zamansal özelliği ile, kendi senaryosunu (trajedisini, akıbetini) da barındırır. Her nesne ile karşılaşma nasıl bir yeniden karşılaşma ise, her inşa da, bir yeniden inşadır.
Ertelenmiş hareket kavramı Freud'un çağdaş kuramlara ne kadar yakın düşündüğünü göstermesi açısından son derece dikkat çekicidir. Freud, güncel uyarılmanın yarattığı etki ile anıların oluşturulması (yeniden oluşturulması) kadar radikal bir görüşe yirminci yüzyılın başı kadar eski bir tarihte sahiptir. Peki uyarılmadan (ya da uyandırılmadan) neyi anlayabiliriz ?
Psikanalitik kuramın ve tekniğin özü, güncel uyarılma konusunda bir kavrama yoğunlaşır: Aktarım (veya aktarım nevrozu). Yani, ertelenmiş hareket olgusunun tanımında gerekli olan son damla (bardağı taşıran son damla) aktarımla oluşan uyarılmadır. Bilinçdışı düşlem, aktarım aracılığı ile güncel olanla temasa girer. Bu durum, psikanalistin, hastasının iç dünyasını araştırırken, kendi yarattığı etkileri de hesaba katmasını kaçınılmaz kılar.
Sorulacak Soru
Freud'un 'ertelenmiş hareket' kavramını, post-modern bir psikanalitik çerçeve olarak yorumladığımız zaman, üzerinde tartıştığımız bağlamda çağdaş psikanaliz ile klasik psikanaliz arasında bir fark kalmamış gibi görünebilir. Ertelenmiş hareket zincirinin son halkası hep aktarımsa ise, o zaman çağdaş psikanalizin radikal kolları olan ilişkisel ve özneler-arası psikanalizler ile klasik psikanalizi birbirinden ayıracak ne kalmıştır ?
Şüphesiz fark veya farklar kalmıştır. Farkın açıklamasını yapacak anahtar kavram aktarım nevrozudur. Klasik kurama göre, aktarım nevrozunun gelişmesi ve tam olarak görünür hale gelmesi regresif bir süreçtir. Böyle bir regresyonun oluşması zaman değişkeniyle bağlantılıdır; ayrıca, özel koşulları gerektirir. Bir çaydanlık suyun yanan bir ocağın üstünde kaynama noktasına yaklaşmasını bir analoji olarak kullanalım. Su dolu tencere ocağa konulduğu anda kaynamayacaktır. Belli bir sürenin geçmesi zorunludur. Tabi ocağın tanımının ana özelliği de ısıtıcı oluşudur. Analitik ortamın ısıtıcısı, analistin analitik konumu sağlayan özellikleridir: passiflik, anonimlik, tarafsızlık, doyurmama, vs. Bu özellikler aktarım nevrozunun oluşumuna katkı sağlarlar ve analiz odası yaşantısının tamamını ertelenmiş hareketin son halkası yaparlar. Böylece geçmiş ve şimdi'yi birbirine yapıştırıp, Perde anılar galerisinin yüzeysel görüntülerinden daha derine bir yolculuğu olası kılarlar.
Burada klasik psikanalizin çağdaş psikanalize getirdiği bir eleştiriyi hatırlamakta fayda vardır. Klasik analistlere göre, seans odasında etken ve etkileşimsel davranan analistler, passiflik, anonimlik, tarafsızlık, doyurmama gibi teknik özellikleri yeterince uygulamadıkları için, yukarıda sözü edilen regresyonun oluşumuna zarar verip, aktarım nevrozunun tam olarak oluşumunu engellerler. Onlara göre, böyle bir durumda, psikanalitik süreç, yüzeysel bir seviyede takılı kalacaktır. Bunun sonucu olarak, hastanın açılımlarındaki duygulanımsal derinleşmeler sınırlı bir şekilde kalacak ve analist bilişsel ağırlıklı aktarım-dışı yorumlar yapmaya mahkum olacaktır.
Bu eleştirinin konumuzla (Perde anı ve model sahne kavramlarının karşılaştırılması) ilgili anlamı nedir ? Bu eleştiriye göre, çağdaş psikanalizin etkileşimsel psikanalisti, bazı yeniden inşalara vaktinden önce ve değerinden fazla önem verip, hastasına bu yeniden inşalara odaklanan bütünsel yorumlar sunup, regresif sürecin oluşumunu engellemektedir (Good, 1997). Bir başka deyişle, model sahne çalışması, erken bir açıklama ve yorumlama müdahelesi olup, analitik sürecin derinleşmesini bozmaktadır. Bu eleştiriye göre model sahne ulaşılacak hakikate doğrudan giden yol değil, olsa olsa yeni bir perdedir. Bu eleştiriye kulak verirsek, model sahneyi, onun doğasındaki eksikliğin bir işlenmemişlik değil, bir çarpıtma olduğunu atlayarak veya görmezden gelerek, olduğu gibi ele almak, direncin tuzağına düşmektir.
Bu eleştiriye bir Kendilik psikoloğu olan ve çağdaş psikanaliz hareketinin kurumsal lideri durumunda olan Fosshage (1992) ise "mesaj mesajdır" diyerek yanıt verir. Klasik psikanalizin sürekli olarak hastanın söylediklerinin arkasını görmeye çalışarak onun gerçekçi gereksinimlerini ve anlaşılması gereken deneyimlerini görmezden geldiğini düşünür.
Psikanaliz: Dünden Bugünlere, Bugünden Yarınlara
Yirminci yüzyıl, getirdiği pek çok yenilikle beraber, ruh sağlığı hizmetinin bu derece kurumsallaşmış bir sektör haline gelişine de damga vurdu. Bir yüzü üniversite, diğer yüzü hastane ve muayenehane olan bu sektör, bir taraftan bilim, diğer taraftan meslek (profession) olma çabası gösterdi ve bunda da önemli ölçüde başarılı oldu. Psikoterapi (ve içerdiği psikanaliz) bu yüz sene içinde 'uygulamanın' sınavından geçti. Bugün ruh sağlığı hizmetlerinde psikofarmakoterapinin gitgide artan güç, etki ve yaygınlığı hesaba katıldığında, psikoterapi uygulamalarının yüzyılın ilk üç çeyreğindeki hızını, süksesini ve popülaritesini yitirdiği söylenebilir. Bu durum bir başarısızlık olarak algılanabilir; ancak, bu değişim bana 'gerçekçiliğe ulaşma' anlamında bir 'olgunlaşma' olarak görünmektedir. Özellikle, yüzyılın başındaki psikanaliz uygulamalarının 'kolaycı' ve 'hayalci' doğası, insan zihninin doğası hakkında 'pozitivist bir romantizm' yarattı. İndirgemeci bir insan anlayışının dar gömleğinin teğelleri, zaman ve kültürel çeşitlilik ile karşılaştığında patladı. Freud'un sağlığındaki inanılmaz dinamizm ve kuramsal değişim cesareti nedense, takipçilerinin önemli bir kısmında görülmedi. Onlar yenilik ve farklılaşmalardan ürktüler. Bir taraftan mazur görünebilecek bir 'geleneği koruma' gayreti gösterdiler.
Binlerce yıllık bir halk hekimliği, bilgelik ve mistik / dini rehberlik bileşkesi dışında , ilk defa bir yüzü bilim, diğer yüzü bir meslek olan ruh sağlığı hizmetleri psikanaliz sayesinde varoldu ve gelişti. Psikanaliz bir gereksinimi tanımladı ve yeniden şekillendirdi. Bunu yaparak bir 'talep' yarattı; ancak 'arz'ı, bu talebi bütünü ile doyuramadı. Psikanalizin uyandırdığı ve kışkırttığı talebi bütünü ile karşılayamamasının birden çok sebebi vardı. Bu sebeplerin bir kısmı Psikanalizin doğası ile ilgiliydi. Psikanaliz hiçbir zaman tüm insan ızdırabına derman olacağı iddiasını taşımadı ancak, disiplinin kendi içindeki bilginin bu gerçeği toplumsal düzlemdeki dinamiğe yansımadı. Oralarda bir yerlerde bir adam vardı; adı 'psikanalist'ti, kapısına tüm sorunlara meydan okur gibi cesurane tabelasını asmıştı ve ruhsal sağaltım yapıyordu; bunun karşılığında para alıyordu. 'Sokaktaki adam' bu 'meslek adamı'nın 'ben sadece oidipus kökenli rahatsızlıklarla ilgilenirim; uyguladığım tedavi haftada dört veya beş günden beş sene sürer' yanıtından bir şey anlamıyordu; anlamak zorunda da değildi. Aynı şekilde hastane yöneticileri, diğer tıp adamları, devletin sağlık politikası bürokratları ve hatta analist olmayan bilim adamları da bu yanıtı derinlemesine dinleme durumunda değildiler.
Görünen odur ki, Psikanaliz camiasında azınlık sayılabilecek bir analist kitlesi tüm bu baskılara rağmen sadece 'klasik psikanaliz' uygulamasını sürdürebilmişlerdir. Psikanalizin klasik uygulamalarının 'geleceği', özel ofisler ve 'analist adaylarının analizi' ile sınırlı görünmektedir. Psikanaliz artık, 'sokaktaki adam'ın ruh sağlığı talebine yönelik bir hizmet olmaktan ziyade, psikanalistlerin eğitim süreçlerinin vazgeçilmez parçası haline gelmiştir.
Bugünkü uygulamaların geçmişten önemli bir farklılığı, psikanalitik terapinin, psikanaliz uygulamalarının doğasında varolan 'uzlaşmazlık'tan uzaklaşıp, ruh sağlığı tedavi ekibinde yerini almasıdır. Psikanalitik terapistler tedavi planlamasını, ekip çalışmasını farmakoterapistler, rehabilitasyoncular, ölçme ve değerlendirmeciler, sosyal hizmet uzmanları, kişisel gelişim programcıları ile birlikte gerçekleştirirler. Psikanalistler hastayı 'psikanalitik okumanın ve formüle etmenin' mecburi bir psikanaliz veya psikanalitik terapi uygulaması anlamına gelmediğini bilirler. Psikanalitik formülasyon, tedavi süreçlerinde büyük kolaylıklar sağlayan bir yardımcıdır. Psikanalitik formülasyon, hastanın zaafları, kuvvetleri, olası terapi yaklaşımlarının uygunluğu ve olası sonuçları hakkında öngörülerde bulunur.
Psikanalizin ilgilendiği psikopatoloji yelpazesi genişlemiştir. Bu genişleme, tedavi yaklaşımlarında bir çeşitlenmeyi zorunlu kılmıştır. Ancak bu çeşitlenmenin tek nedeni, nevroz dışındaki patolojilerle de ilgilenmek değildir. Tedavi tekniklerindeki çeşitlenmenin temelinde birden fazla etken vardır. Özellikle yüzyılın ortasından itibaren, psikanalitik tedavi sonuçlarının yarattığı memnuniyetsizlik ve başarısızlıklar, çoğunluğu kökende analist olan pek çok kuramcı ve uygulamacıyı başka yaklaşımlar üretmeye itmiştir. Aile terapileri, bilişsel ve davranışçı yaklaşımlar, varoluşçu terapiler, geştalt yaklaşımı, grup terapileri, psikodrama, transaksiyonel analiz gibi sayısı yüzlerle ifade edilen yeni yaklaşım psikoterapi odalarında boy göstermeye başlamıştır.
Psikanaliz bu yeni yaklaşımlar ile rekabet etmek durumunda kalmıştır. Yıllar içinde yapılan çok sayıdaki araştırmanın sonucunda, psikanaliz ve diğer terapi yaklaşımları arasında, tedavi sonuçlarının başarısı açısından önemli farklar bulunamamıştır (Dahl, Kachele & Şoma, 1988; Cramer, 1990). Psikiyatri uzmanlık öğrencileri, klinik psikoloji ve diğer ruh sağlığı meslekleri adayları diğer yaklaşımlara da ilgi göstermeye, onların eğitimlerine katılmaya; onların enstitülerine aday olmaya başlamışlardır. Psikanaliz artık sadece 'onlardan biri' haline gelmişti.
Bu durum ister istemez psikanalizin diğer yaklaşımlar ile bir etkileşime girmesine yol açmıştır. Psikanaliz diğer yaklaşımların bazı teknik ve kuramsal yönleri ile entegratif oluşumlara gitti. Anne-bebek psikoterapisi, Nesne ilişkileri çift terapisi, analitik aile terapisi, analitik etkileşimsel grup terapisi, kısa dönem dinamik terapiler, kriz-yönelimli dinamik müdahaleler, bilişsel-analitik terapi gibi değişik oluşumlar ortaya çıktı. Bu yeni yaklaşımların önemli bir kısmının belli bazı ortak özelliklerde birleştiği görülmektedir. Bunlar tedavi sürelerinde kısalma, regresyonun cesaretlendirilmemesi, kişinin başa çıkma kabiliyetleri ve yeteneklerinde artış sağlama amaçlarıdır. Bu yeni yaklaşımların ortaya çıkışlarındaki başlıca sebepler şöyle sıralanabilir (Wolberg, 1980): a) Toplumun her kademesine ruh sağlığı hizmetlerini derhal, gerektiği biçimde ve pratik bir şekilde götürme gereksinimi; b) Tedavi tekniklerinin ego yönelimli müdahalelere kayması; c) 'Düzeltici' (corrective) tedavi tekniklerine ek olarak önleyici ve ivedi yöntemlerdeki gelişmeler; d) Hastaların gereksinimlerini karşılamak için sınırlı tedavi amaçlarının çok defa yeterli olduğu gerçeğinin anlaşılması ; e) Sınırlı pratik amaçlara ulaşmakta az eğitim görmüş profesyoneller ile süpervizyon altında çalışan paraprofesyonellerin katılımı ile birçok durumda başarıya ulaşılabileceğinin anlaşılması; f) Ruh sağlığı hizmetlerinde harcamaların azaltılması gerektiği ve böylece hizmetlerin az masrafla çok daha fazla kimseye ulaştırılması olanaklarının yaratılması kararı.
Bugün dünyada, eğitim, örgütlenme, üniversitelerin nitelik ve niceliksel özellikleri, araştırma, harcamalar, yayın yapma gibi kriterler üzerinden bir değerlendirme yapmamız gerekirse, ruh sağlığı disiplinlerinin lokomotifi Amerika Birleşik Devletleri'dir. Bu durum, benzer kriterler ve kurumların içindeki üyelerin sayısal ve politik gücü de hesaba katıldığında, psikanaliz için de böyledir. Bugün, IPA'nın (International Psychoanalytical Association) üyelerinin çoğunluğu Amerikalıdır.
21. Yüzyıla girdiğimiz bugünlerde değişen ekonomik ve sosyal etkenlerin güdümünde, psikanaliz ve psikanalitik terapilerin Amerika Birleşik Devletleri'ndeki durumu büyük bir değişime doğru gitmektedir. Bu değişimin en önemli sebebi ABD'de ruh sağlığı hizmetlerindeki tasarruf uygulamaları ve sigorta şirketlerinin uzun süreli terapilere karşı olumsuz yaklaşımıdır. Psikanaliz veya uzun süreli psikanalitik psikoterapi hastaları 15-20 seanstan sonraki tedavi giderlerini kendi ceplerinden karşılamak zorunda kalmaktadırlar. Hastanelerde uzun süreli terapi uygulamaları yer ve zaman israfı olarak görülmekte ve beklemek zorunda kalan sıradaki hastaların 'eşit ilgi' haklarına tecavüz edildiği düşünülmektedir. Bu yüzden hastaneler en kısa sürede taburcu etmeye yönelik tedavi uygulamalarını tercih etmeye başlamışlardır.
Tüm bu gelişmeler, bir 'karanlık gelecek tablosu' gibi yorumlanabilir. Ancak, 'gerçekliğin bu vahşi zorlaması'nın psikanalizin kendi içinde sorgusuz ve denetsiz bir okültleşme ve ezoterikleşme çürümesine maruz kalmasından daha tercih edilir bir şey olduğuna inanıyorum. Her ne kadar şartlar çok insafsız hale gelmişse de, bugün Amerika Birleşik Devletleri'nde, Fransa'da, Güney Amerika'da profesyonellerin hala yoğun uygulama, yayın ve araştırma yapıyor olmaları, psikanalizin zor şartlar altında hızlı bir evrimleşme gösterdiğini ispatlamaktadır. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, uzun yıllar araştırmasız terapi tekniği olarak anılan psikanaliz üzerine son yıllarda araştırma yapanların tüm dünyadaki sayısında bir artış olduğu dikkat çekmektedir. Bu araştırmalardaki metodolojiler, psikanalistlerin her zaman alerjik oldukları en basit ampirik dizaynlardan, gitgide komplikeleşen ve terapi sürecinin karmaşık doğasının hakkını veren girift düzeneklere kadar uzanmaktadır. Bu bağlamda pek çok araştırmacı için, 'analizin araştırması olmaz.' diye kestirip atmak yerine, 'meydan okuyucu' bir sorunun peşinden gitmek çekici hale gelmiştir: 'Psikanaliz nasıl araştırılabilir ?'.
Özellikle son yıllarda başta Fransa (Fransa'da psikanalitik patlama atmışlı yıllarda başlamıştır) olmak üzere Avrupa'da ve Güney Amerika'nın Brezilya ve Arjantin gibi ülkelerinde dikkat çekici bir psikanalitik canlanma doğmuştur. Bu toplumların kültürel, ekonomik ve sosyal değişkenlerinin Amerikan toplumundan farklılıkları 21. Yüzyılda psikanalizin ana ikametgahını değiştirecek midir ? Özellikle Güney Amerika'nın yoğun psişik, sosyal ve ekonomik dinamikleri pek çok gelişime gebe gibi durmaktadır.

Yavuz Erten
Kaynaklar:
Ardalı, C., Erten, Y. (1996). Saldırganlık, Şiddet ve Terörün Psikososyal
Yapıları. Cogito , (Kış-Bahar), s.143-163.
Arlow, J. (1969). Fantasy, Memory and Reality Testing. Psychoanalytic Quarterly, 35: s.28-51.
Basch, M. F. (1980). Doing Psychoşerapy. New York: Basic Books.
Bollas,
Cramer, B. (1990). Outcome Evaluation in Brief Moşer-Infant
Psychoşerapy: A Preliminary report. Infant Mental Healş Journal, 11(39),
s.278-300.
Dahl, H., Kachele, H., Şoma, H. (1988). Psychoanalytic Process Research
Strategies. Frankfurt: Springer Verlag.

Okunma Sayısı: 0  / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?
Yorum
Üye olmak için tıklayınız...