Bütün insanlar üç sınıfa ayrılmıştır: Hareket ettirilemeyenler, hareket ettirilebilenler ve hareket edenler.
Ara

IV. Ermeni Sorunun Psikolojik Boyutu / Psikolojik Sorunlar

IV. Ermeni Sorunun Psikolojik Boyutu

Toplumsal olaylarda aslında çok aşina olduğumuz ama bir türlü adlandıracak kadar uzaktan bakamadığımız bazı olgular vardır ki, alttan alta değil, aslında ayan beyan etkilemektedir olayları, algılamaları, davranışları, hisleri, ilişkileri, siyaseti ve hatta dünyayı. Bazı soruların cevapları ise bu olguları anlamadan verilemez. Örneğin, neden bazı toplumlarda bireyler kendilerini daha ziyade bağlı oldukları cemaatlerle, gruplarla, uluslarıyla tanımlarlar da, bazı topluluklarda bu çok yoğun olarak görülmez... Neden bazı toplumlar kolayca hareketlenip bir ideoloji, lider ya da olgu etrafında kenetlenebilir de, bazıları ancak gerçekten savaş ya da benzer bir tehlike ortaya çıktığında refleks gösterir... Kuşaklar öncesinde yaşanan toplumsal olaylar, nasıl olur da o olayları hiç yaşamamış bireylerde, sanki kendilerinin başına gelmiş gibi canlı duygular uyandırabilir... Ya da kilometrelerce uzakta yaşayan grup üyeleri, nasıl olur da hiç tanımadıkları, muhtemelen hiç görmeyecekleri diğer grup üyelerinin rahatsızlıklarına sanki kendilerinin başına geliyormuş gibi tepki gösterirler de, başka gruptaki bireylerinin acılarına duyarsız kalıp acımasız olabilirler... Bazı grupların kurgusal ya da baştan verili inançları ?gerçekliğe ne kadar uzak olursa olsun- nasıl olur da bireylerin sorgusuz sualsiz kabullenip ona göre davranmalarına neden olur... Dünya üzerindeki iki ulus arasında ortaya çıkmış bir çatışma, askerî, siyasi, ekonomik, hukuki önlem ve müdahalelere rağmen, neden kolayca çözümlenemez ve yıllarca canlılığını korur... Çözümlense bile, nasıl olur da daha sonraki ufak bir kıvılcımla, sanki her zaman ordaymış gibi capcanlı bir şekilde yeniden ortaya çıkar...

Bunlara benzer soruların arkasındaki olgular, çoğu zaman uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi, ve bazen de sosyoloji kuram ve modelleriyle açıklanmaya çalışılmıştır. Ancak tümünü birden yanıtlayabilecek kapsamda kuramlar hiçbirinde ortaya çıkmamıştır. Oysa dünya üzerinde yaşanan pek çok çatışma, bu soruların yanıtları bilinmeden anlaşılamaz. Bu yazıda, Türkiye için önemli bir çatışma olan Ermeni meselesi, yukarıdaki soruların yanıt alanlarının yardımıyla, yani psikolojik dinamikleri ile anlaşılmaya çalışılacaktır. Bu bakış açısı, hem uluslararası toplumun, hem de her iki tarafın, politika ve stratejilerini belirlemede yararlanacağı bir pencere sağlamaktadır.

Psikoloji ve Psikanalizin Uluslararası Çatışmaları Anlamaya Katkısı

Gruplar, toplumlar ya da uluslar arasında tarih boyunca ortaya çıkmış olan ve şu anda da uluslararası ilişkileri etkileyen grup çatışmaları, savaşlar ve bunların sonucunda ortaya çıkan göçler, yoksulluk ve yeni alt kültür oluşumları gibi olgular, siyaset biliminden, sosyolojiye, tarihten antropolojiye kadar pek çok disiplinin üzerinde çalıştığı alanlar olmuştur.

Stratejik Analiz'in Mart 2005 sayısında yer alan ?Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkilerde Siyaset Psikolojisi? başlıklı yazıda[1] belirttiğimiz gibi, uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi son 50- 60 yılda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin (SSCB) dağılması, Holocaust'un yaşanması, Avrupa Birliği gibi çok uluslu siyasi birliklerin kurulması ve benzeri önemli olayların gelişimini tahmin etmekte başarısız olmuştur. Son dönemlerdeki uluslararası ilişkiler yayınlarında, siyasi kararın rasyonel olduğunu savunan, makro düzeyli analiz yapan ve temel aktörün devlet olduğunu ileri süren gerçekçi yaklaşımın miladını doldurduğu ortaya atılmış, yerine makro düzey analiz ile mikro düzey analizlerin birleştirilmesini, olayları sadece neden-sonuçlarıyla değil, çok boyutlu ve döngüsel olduğu düşünülen süreçleriyle de anlayabilmeyi ve disiplinler arası yaklaşıma ağırlık verilmesini savunan bir yaklaşım önerilmiştir.[2] Uluslararası ilişkiler disiplininde bu yönde bir evrim görülürken, psikoloji ve psikanaliz gibi mikro düzeyli, bireysel ve ruh içi süreçleri inceleyen disiplinlerde de grup süreçlerinden yola çıkarak etnik grupları ve ulusları, grup-lider ilişkilerini araştıran çalışmalar çoğalmış, bu alandaki bilgi birikimi büyük-gruplar arasındaki çatışmaların çözümünde kullanılmaya başlanmıştır.

Örneğin, bazı sosyal psikoloji teorileri, uluslararası çatışmalarla ilgili olarak, realist yaklaşımın savunduğu argümanlara karşı, uluslararası ilişkilerde karşılıklı ilişkililiğin (mutuality) ve insan faktörünün önemine vurgu yapan önermeler getirmiştir. Bunlara göre, uluslararası çatışma, objektif bir değerlendirme sonucu ortaya çıkan rasyonel bir karardan çok, toplulukların kolektif ihtiyaçlarından ya da korkularından kaynaklanan bazı psiko-sosyal süreçlerin sonucunda ortaya çıkar. Uluslararası çatışma, devletler arası anlaşmazlıklardan çok, toplumlar arası süreçlerde işleyen bir olgudur. Uluslararası çatışma, bir tarafın diğeri üzerinde güç kullanarak yarattığı büyük zarar yüzünden ortaya çıkmaz; iki taraf arasında çok katmanlı fazları olan ve karşılıklı etkileşimle biçimlenen dönüşümlü bir süreçten oluşur. Ayrıca uluslararası çatışmalar, aktörlerin karşılıklı olarak birbirlerine sırayla etki- tepki gösterdikleri bir davranış silsilesi değil, kendi kendini çoğaltan, kışkırtıcı, çoğaltıcı bir dinamiği olan etkileşimsel bir seyir izler.[3]

Buradan yola çıkarak, diğer disiplinlerin yanı sıra, psikoloji ve psikanalizin uluslararası düzeyde etkili olduğu görülen uluslar arasındaki çatışmaları anlamada kullanılabileceğini ileri sürmek mümkündür.[4] Psikolojik indirgemecilikten uzak durarak yapılacak psikolojik ve psikanalitik yaklaşımlı analizin, uluslar ve etnik gruplar gibi büyük-gruplar arasında ortaya çıkan çatışmaları anlamada büyük katkı sağlayacağı düşünülmektedir.

Türk-Ermeni İlişkileri

Ermenistan ilk kez 1918'de bağımsızlığını ilan etmiştir. Bundan kısa bir süre sonra 1920'den itibaren SSCB içinde yer almış, SSCB'nin dağılmasından sonra ise 23 Eylül 1991 tarihinde ikinci kez resmî olarak bağımsızlığını ilan etmiştir.[5] Türkiye, Ermenistan Cumhuriyeti'ni ilk tanıyan devletler arasında olmuştur.[6]

Geçmişte, ayaklanıp silahlı eylemler yaparak, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Doğu Anadolu nüfusunun güvenliğini tehdit eden Ermeni topluluklarının 1915'te yerlerinin değiştirilmesi (ya da ?tehcir? edilmesi), Ermenistan ve Türkiye Cumhuriyeti'nin şu andaki dış politikalarını etkileyen ve iki ülke arasında çatışma yaratan en önemli olaydır. Bu olayın siyasi, hukuki, askerî ve ekonomik sonuçları her iki toplumu olduğu kadar uluslararası ilişkileri de etkilemektedir.

1988'den itibaren Ermenistan'ın Azerbaycan sınırlarında yer alan Karabağ'a saldırması, oradaki Azerilere etnik temizlik politikası uygulaması ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde alınan, işgal ettikleri Azerbaycan topraklarından şartsız çekilmesi yönündeki kararlara rağmen, hâlâ işgalci durumda olması[7], Türkiye'nin Ermenistan ile ilişkilerinde yaptırım yapma eğilimi gösteren bir siyaset izlemesine neden olmuştur. Ayrıca Ermeni diasporası başta olmak üzere Ermenilerin, pek çok ülkede, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği parlamentolarında Ermeni soykırımını tanıma yönünde yaptıkları lobi çalışmaları, iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da gerilemesine neden olmaktadır. Bunların yanı sıra, Ermeniler milattan önce dönemlerden beri yaşadıklarına, ancak diğer kavim ve uluslar tarafından yerlerinden edildiklerine inandıkları toprakların (bu topraklar bugün Azerbaycan, Gürcistan, İran ve Türkiye sınırları içindedir) Ermenistan'a geri verilmesini istemektedir. Ermeniler; Doğu Anadolu illerinden Erzincan, Erzurum, Bitlis, Van, Kars, Artvin, Rize, Trabzon, Giresun, Sivas, Malatya, Tunceli, Bingöl, Elazığ ve Muş topraklarını Batı Ermenistan olarak nitelemekte ve bu toprakların kendilerine verilmesini talep etmektedir.[8]

Bu sorunlar Türk- Ermeni ilişkilerini çatışmalı bir düzleme getirmiştir. Yıllar içinde her iki tarafın birbirlerine karşı izledikleri dış politikalarda ufak tefek değişiklikler gözlense de, genelde Türk tarafının savunucu ve tedbirli bir tutum içinde olduğu ve aktif tavır göstermediği, Ermenilerin yaklaşımlarında daha sert, saldırgan ve aktif oldukları gözlenmektedir.[9]

Türk- Ermeni Meselesinde Mağduriyet Psikolojisinin Etkisi

Travma yaşamış bireylerde görülen uzun süreli psikolojik sorunlardan biri, kişinin kendini zayıf, kurban, mağdur; dünyayı ya da diğer insanları güçlü, zalim ve düşman olarak algılaması, gerçeklikten kopuk bir kendilik-kimlik tanımlamasına sahip olması ve bu yüzden kişiler arası ilişkilerde sorunlar yaşamasıdır.[10] Kişinin yaşamını çok genelleşmiş bir sorun olarak kaplayıp önemli problemlere neden olabilecek bu olgu ?mağduriyet psikolojisi? (victimization) olarak bilinmektedir.

Mağduriyet psikolojisi olgusu, uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan olayları ve politikaları, grup kimliği ve psikolojisi modelinden bakarak anlamaya çalışırken işimize yarayacak bir metafor olabilir. Gruplar arası ilişkilerde yaşanan, başta etnik olmak üzere pek çok dini, kültürel, ekonomik ya da siyasi çatışmanın içinde işleyen bir mekanizma olarak ?mağduriyet psikolojisi? Türk- Ermeni sorununda da önemli bir ?sürdüren? faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle, ulus-devletler içinde ortaya çıkan ayrılıkçı hareketlerde ya da toplum içindeki marjinallerle ya da azınlıklarla devlet arasındaki ilişkilerde bir tarafın kurban rolüne girdiği görülmekte[11], var olan ilişki ulusal ve uluslararası düzlemde mağdur eden- edilen, kurban- zalim ikiliği olarak algılanmaya başlanmaktadır.

Tarih boyunca gruplar arası ilişkilerde haksızlıklar, mağduriyetler, zalimce uygulamalar ya da bir grubun ya da gücün diğer grup üzerinde aşırı ve/veya haksız güç kullandığı pek çok deneyim gerçekten yaşanmıştır. Amerika'nın Japonya'ya atom bombası atması, farklı etnik yapıdan grupların Balkanlar'da, Kafkasya'da çatışması sırasında eşit olmayan güçlerin ve yanlı politik yaptırımların kullanılması ve Avrupa'da Yahudilerin Naziler tarafından soykırıma uğratılması buna örnek olabilir. Bu örneklerde, uluslararası düzeyde genel geçer kabul görmüş ortak gerçeklik, bir aşırı güç kullanımının varlığıdır. Bu da zarar gören tarafın gerçekten mağdur bırakıldığını düşündürmektedir.

Mağduriyet psikolojisinin bir de görünmeyen yüzü vardır: ?mazuriyet psikolojisi!? Bu olgu, insan hakları ve eşitlik gibi Avrupa kökenli batı kültürünün idealleştirdiği nosyonların içinde gizliden gizliye işlemektedir. Öyle ki, modern batılı toplumlarda -kökenleri geçmiş barbarlıklarından ve hakkaniyetsiz uygulamalarından gelen- mağdura karşı aşırı ve olumlu yönde ayrım yapma hatta mağduru kayırma eğilimi olarak göze çarpmaktadır.

Doç. Dr. Erol Göka, Ermeni sorununun büyümesindeki psikolojik etmenleri sıralarken toplumlarda soykırım için uygun bir psikolojik atmosferin varlığından söz eder. Göka yazısında, ?Bu psikolojik atmosferin ana çerçevesini, Almanlar tarafından Yahudilere uygulanan ?Soykırım? (Şe Holocaust) oluşturmaktadır. ?Yahudi Soykırımı? çerçevesinde, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından, bazı sosyologların ?insan hakları çağı? diye adlandırdığı bir hukuksal anlayış ve ona bağlı adeta mağduriyete yüksek prim veren, mağdur rolüne teşvik edici yeni bir ideolojik ve psikolojik atmosfer ortaya çıkmıştır.?[12] diyerek batı toplumlarında giderek daha çok kabul gören ve olumlu bir olgu olarak popüler hâle gelen mağduriyetin, Ermeniler tarafından istismar edildiğini ve bu gibi grupların haklı kabul edilebilecek acılarının üzerine fazladan mağduriyet giydirerek yarar kazanmaya çalıştıklarını savunmaktadır. Göka, mağduriyet psikolojisinin altında işleyen asıl mekanizmanın, iki dünya savaşının sorumlusu olan batı medeniyeti ülkelerinin ?mazuriyet psikolojileri? olduğunu vurgularken, Ermeni diasporası tarafından empoze edilmek istenen ?Hitler soykırım yapmayı Türkler'den öğrendi? tezinin gerçekte Batılı-Hristiyan bilinçte günahlarından arınma arzusu ile ortaya çıkmış, ?aslında biz böyle şeyler yapmayız ama bunu Türkler'den öğrendik? mantığında işleyen bir mekanizmayla arınma isteği olarak ele almaktadır.[13] Dünyada Yahudiliğin mağduriyetten beslenen, büyüyen, güçlenen bir yapısının olması dikkat çekicidir. Holocoust'un, Yahudilere karşı pozitif yönde ayrımcılık yapılmasına neden olduğu düşünülmektedir. Yahudilik bu durumu da kullanarak güçlenmiştir. Buna örnek verecek olursak, Fransa gibi fikir özgürlüğüne büyük önem verilen bir batı demokrasisinde bile anti-Semitist bir yazı yazmak ya da Yahudilere soykırım uygulan-ma-dığını söylemek yazarının hapis cezasına çarptırılmasına neden olmaktadır. Ayrıca 1993'te Avrupa Konseyi bünyesinde Hoşgörüsüzlük ve Irkçılığa Karşı Avrupa Komisyonu (European Commission Against Racism and Intolerance) (ECRI) tarafından yayınlanan ve üye ülkelerin ortak kararıyla imzalanan deklarasyonun ırkçılık ve anti-semitizmle mücadele etme mekanizması olduğunun vurgulanması dikkat çekicidir.[14]

Holocaust ile Yahudi kimliği arasında ortaya çıkan ilişki, Ermeni kimliğinin inşasında da kullanılmak istenmektedir.[15] 9 Ekim 1948'de Birleşmiş Milletler'de imzalanan ?Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması? anlaşmasından sonra[16], 1950'lerden itibaren Ermeniler, 1915 tehcirinin de bir soykırım olduğuna dair iddialarını yüksek sesle dile getirmeye başlamışlardır. O dönemde ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde yaşayan Ermeni diasporası, dil, yaşam tarzı, cemaat alışkanlıkları gibi Ermeni kimliğinin önemli parçalarının ikinci ve üçüncü kuşak Ermenilerde yok olmaya başladığını, yani asimilasyona uğradıklarını fark etmeye başlamıştır. Özellikle batılı ülkelerde Ermeni kimliğinin erimesinden dolayı varoluş tehdidi yaşamaya başlayan Ermeni Kilisesi, Hınçak ve Taşnak Partileri ve Ermeni yardım kuruluşları, Ermeni toplumunun yaşadığı ülke ile kaynaşmasını önlemeyecek, ancak Ermeni kimliğini canlı tutacak bir formül olarak soykırım iddialarını kullanmıştır. Özellikle diasporada yaşayan Ermeniler'in ekonomik, siyasi, kültürel yapı, doğal kaynak ve sosyal yaşam yönleriyle zayıf olduğu görülen Ermenistan'ı geri dönülecek bir anavatan olarak algılamaması, ?soykırım zihinsel imgesinin? hem duygusal olarak ortak kimlik inşasını sağlayan, hem bu kimliği kuşaktan kuşağa aktaran ve Ermeni kimliğini pekiştiren güçlü bir zihinsel anavatan işlevi görmesini sağlamıştır.[17]

Ermeni kimliğinin önemli bir parçasını oluşturan ?mağduriyet psikolojisi?, temellerini Ermeni mitolojilerinden alır. Ermeniler ilahi dinlerin kutsal hikayeleri arasında geçen Nuh Tufanı öyküsünde yer alan, Hz. Nuh'un soyundan çoğalıp kavim haline geldiklerine inanmaktadırlar. Onlara göre, Ağrı Dağı'na çıkarak hayatta kalmayı başaran kavim Ermenilerin atalarıdır. Aynı zamanda Ağrı Dağı'nın da onlara ait kutsal bir toprak olduğuna dair inançları buradan gelmektedir. Bu inanç Ermeni Kilisesi tarafından pekiştirilmektedir. Ermeniler bu inançla kendilerini ?seçilmiş ulus? olarak tanımlarlar. Kavimlerinin başlangıç kökenlerinde bile görülebilen Nuh Tufanı gibi zorlu testleri ve hayatta kalma mücadelelerini aşabilme kabiliyeti ve dayanıklılığı gösterdiklerine duydukları inanç, kimliklerinin bir parçası haline gelmiştir. Ermeni Kilisesi'nin 1915 Tehcir olayı ile Nuh Tufanı arasında bağlantı kurmaya çalışması da Ermeni kimliğinde büyük felaketleri atlatıp hayatta kalmayı başarabilmiş ?mağdur ulus? imajını güçlendirmektedir. Ermeni Kilisesi'nin bilinçli olarak vurguladığı bu benzetme, aynı zamanda soykırım olarak niteledikleri tehcirin de Ermeni kavmini yeryüzünden silmeye çalışan tufan gibi bir olay olarak algılanmasına ve Ermenilerin tarihte iki defa ?yeniden diriliş? yaşadıklarına dair mitlerinin ve imajlarının güçlenmesine neden olmaktadır.[18] Ermeni kimliğinin önemli bir bileşeni ve grup varlıklarının direği, grup olarak paylaştıkları mağdur olma-edilme imajlarına dayalı şemalar ve inançlar kümesidir. Topluluklarının oluşumundan (doğumlarından) bu yana yaşanmış olduğuna inandıkları büyük travmatik olaylar, Ermenileri diğer uluslardan- gruplardan ayırmaktadır. Onlar test edilen, tam yok olmak üzereyken yeniden dirilen ve -başta Türkler olmak üzere- ?öteki?ler tarafından yok edilmeye çalışılan bir ulustur. Mağdur edilen taraf tarih boyunca her zaman onlar olmuştur. Bütün bu imaj ve inançlar Ermeni kimliğini biçimlendiren en belirgin unsurlardır. Bu inançlardan türeyen ?mağdur edilmiş ulus? imajı özellikle Ermeni diasporası ve yöneticileri tarafından canlı tutulmaya çalışılan bir kazanç fırsatı olarak algılanmaktadır.

Ermenistan'ın var olan coğrafi konumu ile jeopolitik, demografik, ekonomik, siyasi ve askerî durumu da bahsedilen ?mağduriyet? algısını pekiştiren bir nitelik taşımaktadır. Ermenistan'ın jeopolitiğini belirleyen etkenler, onun zengin enerji kaynaklarından yoksun bir kara devleti olmasının yanı sıra, güvenlik sorunları yaratabilecek bir unsur olarak etrafını saran komşularının temelde ortak etnik-kültürel kökenden gelen ve kendisiyle ilişkilerinin iyi olmadığı ülkelerden oluşmasıdır. Batısında büyük nüfusu, zengin yeraltı kaynakları ve göreceli olarak daha güçlü ekonomisi olan Türkiye; doğusunda Dağlık Karabağ Bölgesi'nde yaşanan savaşla ilişkilerindeki gerilimin arttığı, ancak doğal kaynakları Ermenistan'a göre daha zengin ve denizde kıyısı olan Azerbaycan; kuzeyinde ilişkilerinin ekonomik alan dışında pek iyi olmadığı ve Ermenistan sınırını siyasi, ekonomik ve tarihsel-kültürel yönden destekçi ülke olan Rusya'dan ayıran Gürcistan; ve güneyinde nüfusun çoğunluğunu Azerilerin oluşturduğu Kuzey İran bulunan Ermenistan, dört taraftan sarmalanmış olmanın güvensizliği içinde, diasporasının gücüne ve etkinliğine bel bağlayarak mağduriyet psikolojisinden kaynaklanan saldırgan politikasına devam etmektedir. Dört tarafında da iyi ilişki kuramadığı ve etnik olarak düşmanlığını yaptığı ülkelerle çevrili oluşu, Ermeni grup davranışındaki zavallılık, mağduriyet psikolojisini pekiştiren ve batıda da bu mağduriyete prim vermeyi arttıran bir etki yaratmaktadır. Özellikle Rusya ile ilişkilerinde ortaya çıkan baba-oğul tarzı bağımlı ilişki bu sarmalanmayla meşruiyet kazanmaktadır. Aralarında tarihsel ve dinsel bağların oluşu Rusya'nın Kafkasya'da bağımsızlaşan devletler arasında Ermenistan'a daha ayrıcalıklı bir yer vermesinin temel nedeni olarak görülmektedir. Bu temelden yola çıkarak Rusya, Ermenistan üzerindeki gücü ile Kafkasya'da ekonomik, siyasi ve askerî etkinliğini sağlamlaştırmaktadır.[19]

Özetle, Ermenistan'ın Türkiye ile yaşadığı sorunda ?kimlik?, önemli bir etmen olarak karşımıza çıkmaktadır. Mağduriyet psikolojisinin etkisinin Ermeni kimliğinde yaratmış olduğu ve tarihsel-kültürel kökleri oldukça eskiye ve derine dayanan ?mağdur ve ezilen? ya da ?korunmaya ve savunulmaya ihtiyacı olan? topluluk-grup-ulus algısı, uluslararası ilişkileri biçimlendirecek boyutta önem taşıyan bir etmendir. Ermeni grup varlığı, varoluş pratiğinde Türkiye'yi ötekileştirip ebedi düşman konumuna koyarak, bu algıyı çatışma yaratan düzlemlere taşımakta ve başta hukuki, siyasi ve ekonomik alanlar olmak üzere pek çok platformda bu duruma meşruiyet aramaktadır.

Türk- Ermeni Meselesinde Büyük-Grup Kimliği

Büyük-grup kimliği, bir grubu oluşturan bireylerin büyüme ve sosyalleşme süreci içindeyken içselleştirerek sahip oldukları kodlardan oluşur. Büyük grup kimliği, kişisel kimlik ile iç içe geçmiş olması nedeniyle belirgin bir tehditle karşı karşıya kalınmadığı taktirde varlığından ve etkisinden haberdar olunmayan, ancak aslında bireyin tutum ve davranışlarını, düşüncelerini ve duygularını kendi kişiliği kadar belirleyebilen, kişinin toplumla ve toplumsalla ilişkilerini ayarlayan zihinsel temsillerdir (mental representations). Vamık Volkan çadır modelinde[20] büyük-grup kimliğini, kişinin bireysel kimliğini temsil eden giysisinin üzerinde bulunan, o gruptan olan tüm bireyleri örten bir çadır bezi ve liderin çadırın direği olduğu bir imgeyle tasavvur eder. Bu çadır bezi, aslında bireyleri biz-lik duygusu altında bir araya getirir, çadırın dışı ile içi arasında bir sınır oluşturur ve dışarıdan gelecek tehdide karşı grubu korur. Ancak çadır bezinde bir yırtık ya da direğinde bir sarsılma olursa, grubun biz-lik duygusu artar ve bireyler bir çadır altında yaşıyor olduklarını daha belirgin olarak algılarlar. Hatta bu tehlike durumlarında büyük-grup kimliği bireylerin kişisel kimliklerinden daha önemli hale gelir.

Bu model içinde dile getirilmeyen ancak önemli olduğu düşünülen bir boyut da bahsedilen tehdidin niteliğidir. Tehdit, grubun ?grup-varlığına? tehlike oluşturabilecek her şey olabilir. Gerçek bir tehlike olabileceği gibi, aslında olmayan ancak öyle algılanan bir tehdit de aynı şekilde büyük-grup kimliğini ateşleyebilir. Önemli olan o tehditle ilgili algının grup üyeleri tarafından paylaşılıyor olmasıdır.

1915 tehciri aslında çete olaylarına katılmayan pek çok Ermeni için suçsuz oldukları halde yaşamaya maruz bırakıldıkları, aynı gruptan diğer insanlarla ortak yaşadıkları, sadece savaş ortamının yarattığı öldürülme riskiyle ilgili tehlikeler yüzünden değil, göçten kaynaklı koşullar, açlık ve salgın hastalıklar yüzünden de tehdit oluşturan önemli bir travmatik olay olmuştur. Hayatta kalanlar yol boyunca travmatik olaylar yaşamışlar ya da bu türden olaylara tanıklık etmişlerdir. Genel olarak bakıldığında bile, Ermenilerin tehcir edilmesinin, bu olayı yaşayanların grup kimliklerini canlandıracak derecede önemli bir travma yaratacağını önceden tahmin etmek zor değildir.

Travma insan zihninde ve psikolojisinde önemli bir etki bırakır. Yaşanan şeyin niteliğinden ziyade, nasıl algılandığı ve anlamlandırıldığı, bu etkilenmeyi belirler. İnsan zihninin travmayı çözümleyip eski işlevselliğine dönebilmesi için çiğnenmeden yutulmuş bir yiyeceği midenin öğütmesi gibi işlemden geçirmesi, eski zihinsel yapıları yenileriyle değiştirip güncellemesi, yani sarsılmış olan inanç ve değerler sistemini yeniden oluşturması gerekir. Benzer bir süreç kayıp sonrasındaki yas ve matemde de görülür. Sürecin tamamlanıp kaybın kabul edilebilmesi, kaybedilenin anılarının geçmişte saklanması, geleceğe taşınmaması için kişinin yas sürecini yaşaması gerekir.

Toplumsal travmalar da büyük-grup kimliğinde kayıp ve travmanın yarattığı bu etkilere yol açar. Bir grup kendini diğer grup karşısında aciz, zarar görmüş, çaresiz ve mağdur olarak görüyorsa, bunu ?seçilmiş travma? olarak algılayıp bu olayı geleceğe taşır. Yas süreci tamamlanana kadar bu olay nesiller arasında aktarılarak ve çeşitli şekillerde canlı tutularak geleceğe taşınır.[21] ?Nesiller arası geçiş yetişkin bir insanın bilinçdışı olarak, travmatize olmuş benliğini, gelişmekte olan bir çocuğun kişiliği üzerine dışsallaştırmasıyla oluşur. Çocuk bir önceki neslin istenmeyen, sorunlu parçaları için bir rezervuar (depo) haline gelir.?[22] Yetişkin bu aktarımı her zaman bilinçli olarak yapmaz. Sözsüz iletişim kaynaklarından ya da aile geçmişinin aktarılması sırasında farkında olmadan aktarılan zihinsel imgelerle çocuğa ?benim yerime benim tutamadığım yası tut?, ?ben aşağılandım sen bunu tersine çevir?, ?sen benim olamadığım şekilde girişken ol kendini koru ve hakkını savun?, ?kurban olma durumumuzu idealize et?, ?bana uygulanan şiddetin intikamını al?, ?yaşadığımız travmayı tamir et?[23] mesajları verilir.

Bir seçilmiş travma, nesiller arası aktarımı gerçekleşirken grubun liderleri tarafından çeşitli nedenlerle alevlendirilebilir. Grubu uyanık tutmanın ve istenilen yönde hareketlendirmenin en kolay yollarından biri, dışarıda bir tehdit olduğu algısının yaratılıp, gruptaki uyuyan biz-lik duygusunu uyandırmaktır. Seçilmiş travma bunun için en uygun araçtır. ?Zaman çökmesi? kavramı bu noktada önem kazanmaktadır. Uyumakta olan grup kimliği, tarihte yası tam tutulmamış bir kayıp ve/veya travmanın yeniden gündeme getirilmesi durumunda, sanki olay yeni olmuş gibi etki eden bir mekanizma ile yeniden canlandırılır.[24] Bu, olay sanki dün yaşanmış, zaman geçmişten gelip ?şimdi?nin üzerine çökmüş gibi, toplum içinde çok canlı duyguların yaşanmasına neden olur. Bu duygular toplumsal hareketlendirme (social mobilization) amaçlı olarak kullanılır.

Bu pencereden bakıldığında, 1915 tehcirinin Ermeniler için ?seçilmiş travma? olarak işlev gördüğünü, Ermeni kimliğinin güçlenmesinde önemli bir rol oynadığını, özellikle diasporadaki Ermeniler için önemli bir biz-lik duygusu kaynağı oluşturduğunu söylemek mümkündür. Ermenistan iç politikasında işgal ettiği konuma ve Ermeni diasporasının soykırımın tanınması yönünde ortaya koyduğu faaliyetlerinin yoğunluğuna bakıldığında 1915 tehcirinin, neredeyse dört kuşak geçmesine rağmen hâlâ ne denli önemli bir olay olduğu, bireyleri duygusal olarak ne kadar etkilediği görülmektedir. Tehciri yaşamamış olmasına rağmen ikinci ve üçüncü kuşak Ermenilerde, birinci kuşağa göre daha çok Türk düşmanlığının görülmesi ve sonraki kuşakların soykırımın kabul edilmesi taleplerinde daha radikal olması, gerçekliğin arkasında psikolojik kökenli süreçlerin işlediğini dile getirmek için yeterlidir. Ermenistan politikaları medya ve eğitim araçlarından yararlanarak toplumu soykırım yapıldığı söylemi etrafında homojenleştirecek şekilde dezenformasyona tabi tutup, nesiller arası aktarımı pekiştirmeye çalışmakta ve zaman çökmesi yaratmaya çalışarak 1915 tehcirini kendi çıkarları doğrultusunda Ermeni politikası içinde kullanmaktadır. Aslına bakılırsa hedefine ulaşmış gibi görünmektedir. Ayrıca bu psikolojik süreçler, çıkarlarına uygun olduğu noktalarda uluslararası sistemdeki büyük güçler tarafından da manipülasyon aracı olarak kullanılmaktadır. Örneğin, Ermeni söylemi, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olmasını istemeyenler tarafından desteklenmekte, üyelik müzakerelerinin başlatılması öncesinde yapay olarak beslenen ?Ermeni soykırımının tanınması? talebi Türkiye'nin önüne bir engel olarak konulmaktadır.

Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'nın (TESEV) Türkiye ve Ermenistan'da yaptığı geniş alan araştırmasının verileri, yukarıda aktarılan fikirleri destekler niteliktedir.[25] Örneğin Ermeniler, Türklerle ilgili bilgi alma kaynaklarının büyük bir kısmının sırasıyla basın/TV, tarih kitapları ile eski kuşaklar ve aile büyükleri olduğunu bildirmişlerdir.[26] Ayrıca Ermenilerde eğitim seviyesi yükseldikçe Türkiye'nin dini ya da siyasi sistemi gibi bilgilerde yanlış cevap verme oranı artmaktadır.[27] Bunlar Ermenistan resmî ideolojisinin toplumu Türkiye hakkında yanlış bilgilendirerek dezenformasyon yaptığını düşündürmüştür.

Araştırma detaylı olarak incelendiğinde Ermenilerin Türklere göre daha önyargılı olduğu görülmektedir. Örneğin, Türkler Ermenistan ve Ermenilerle ilgili bilgi düzeylerinin ölçüldüğü sorulara genelde ?bilmiyorum? cevabı verirken Ermeniler Türklerle ilgili benzer sorulara genellikle olumsuz yanıtlar vermiştir.[28] Yani aslında Türkler Ermenilere karşı daha yansız yaklaşırken, Ermeniler daha çok olumsuz yansıtma (projection)[29] yapmaktadır. Benzer bir şekilde iki grubun birbirine karşı tutumlarının incelendiği sorularda Türkler genelde geniş dağılımlı, yani olumludan olumsuza yayılan bir yelpazede çeşitli cevaplar verirken, Ermenilerin daha homojen bir grup olduğunu düşündürecek şekilde genelde olumsuz yönde ve tek tip cevaplar verdiği görülmektedir. Ayrıca karşılıklı olarak birbirleriyle ilgili düşüncelerinin hangi oranda olumlu ya da olumsuz olduğu sorulan soruya, Ermeniler Türk tarafının Ermenilerle ilgili düşüncelerini, gerçekte olduğundan daha negatif olarak tahmin etmişlerdir. Türkler ise bunun tersine, Ermenilerin Türklerle ilgili fikirlerini gerçekte olduğundan daha olumlu olduğu yönünde tahmin yürütmüşlerdir.[30] Türk ve Ermenilerin birbirleriyle ilgili zihinsel temsillerinin araştırıldığı sorularda Ermenilerin Türklerle ilgili verdiği cevapların üçte ikisi ?düşman, barbar, kana susamış, katil, vahşi...? gibi oldukça olumsuz yöndeyken, Türklerin verdiği cevapların sadece üçte birinde ?egoist, bencil, önyargılı, düşman...? gibi olumsuz temsiller bulunmaktadır. Türklerin söyledikleri tanımlamaların geri kalan bölümünde ise ?iyi insanlar, gayretli, dost bir millet, çok zeki, insan, Hıristiyan, Ermeni...? gibi kelimeler yer almaktadır.[31]

Nesiller arası aktarımı çok güzel bir şekilde ortaya koyan bir veriye göre, 18-29 yaş grubu Ermeniler, Türkleri en fazla negatif özelliklerle tanımlayan grup olurken, 30-44 yaş arası grup daha normal hatta olumlu tanımlamıştır.[32] Ayrıca ?Türkiye'de üretilmiş ürünleri satın alır mıydınız?? sorusuna verilen yanıtlara bakıldığında yaş küçüldükçe daha yüksek oranlarda ?hayır? yanıtı verildiği görülmektedir.[33] Bu verilere göre birinci ve ikinci kuşağa nazaran üçüncü kuşakta daha fazla oranda Türk düşmanlığı yönünde önyargı olduğu söylenebilir. Buradan yola çıkarak, birinci kuşağın tutamadığı yasla gelen zihinsel temsillerin, özellikle dede-torun ve nine-torun arası ilişkiler vasıtasıyla birinci kuşaktan üçüncü kuşağa aktarıldığı ve özellikle 1950'lerden itibaren Türk düşmanlığı ve soykırımın kabulü talebi doğrultusunda değişen Ermenistan politikasının, kitle iletişim araçlarını da kullanarak Türk düşmanlığını topluma yaydığı ve pompaladığı söylenebilir.

Sonuç:

Türk- Ermeni meselesinin psikolojik dinamiklerini anlamaya çalışan bu yazının nesnesi Türk tarafından ziyade Ermenilerin içinde bulunduğu psikolojik dinamiklerdir. Sorunu doğru ve kapsamlı ele alabilmek için Türk tarafını etkileyen psikolojik faktörlerin de anlaşılması gerekmektedir. Çünkü tüm sistemlerde olduğu gibi uluslararası sistemde de etkileşimsel, döngüsel ve karşılıklı süreçler yaşanmaktadır. İki tarafı ele almadan yapılacak analiz eksik kalacaktır. Ayrıca Türk tarafını etkileyen faktörlerin tamamının de facto olduğunu söylemek mümkün değildir. Türk tarafının da kendi psikolojik dinamiklerinden gelen özellikleri, sorunu sürdüren bir etkiye sahiptir ve bunlar bu yazıyı tamamlayacak şekilde başka bir yazıda ele alınmalıdır.

Burada dile getirilmeye çalışılan temel argüman, aslında uluslararası sistemin işleyen süreçlerinde gerçekliğin pek çok psikolojik süreçle yanıltılabileceği gerçeğidir. Ermenilerin soykırım taleplerinin arkasında gerçekler değil, temelleri eskiye dayanan psikolojik mekanizmalar bulunmaktadır.

Türk- Ermeni ilişkilerinin çatışmalı yapısının arkasında işleyen psikolojik mekanizmalar, sorunun kökenine inebilmek için anlaşılması gereken önemli veriler sağlamaktadır. Uluslararası ilişkiler boyutunda da etkili olduğu görülen sorunun tam olarak kavranması, ancak insan değişkeninin konu kapsamına alınmasıyla mümkündür. Siyasete gerçekliğin kendisinden çok, insanlar, topluluklar ve uluslar tarafından ?algılanan? gerçeklik etki etmektedir. Büyük güçlerin manipülasyonunun önemli etkileri olduğu düşünülen uluslararası sistemde, insan faktörü zaman zaman önceden tahmin edilemez olaylara neden olmakta, bazen de psikolojik zeminler bu güçler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda bir araç olarak kullanılmaktadır. Ermenilerin son elli yılda geliştirdikleri mağduriyet psikolojisi ya da grup kimliğinde etkili olan diğer psikolojik mekanizmalar da büyük güçlerin siyasî manevralarında bilinçli bir şekilde ya da farkında olmadan manipülasyon aracı olarak işlev görmektedir.

Ermeni meselesiyle ilgili konjonktüre bakıldığında, Türkiye'nin çok da olumlu olmayan pozisyonunu biraz daha iyi hale getirmek için kendi üzerine yansıtılan düşmanlık ve tehditle bilinçli bir şekilde baş edebilmeyi sağlaması gerekmektedir. Bu, tepkisel ve kutuplaşmayı arttırıcı politikalarla olamayacağı gibi, karşı tarafı mazur gören kabullenici bir yaklaşımla da sağlanamaz. Türkiye'nin Ermeni meselesi ile ilgili eylem biçimi, Ermeni tarafının kullandığı dezenformasyon ve lobi faaliyetleri gibi yöntemleri kullanarak oluşturulabilir, ancak temel iç prensipler değişmeli ve konu ?soykırım?ın reddi ya da kabulü ikiliğinden çıkarılmalıdır. Bu yeni politika, Ermeni meselesinde işleyen psikolojik mekanizmaları anlamak ve bunların gerçekliği yanıltma olasılığı taşıdığını, sadece iç politikada değil, dış politikada da etkin bir şekilde göstermek yoluyla gerçekleştirilebilir.

Sevinç Göral Alkan
ASAM Siyaset Psikolojisi Uzmanı

Okunma Sayısı: 0  / Yorum Sayısı: 0
Bu yazıya daha önce yorum yapılmamış ?
Yorum
Üye olmak için tıklayınız...